28 Aralık 2012 Cuma

Yeni Yıl, Yeni Umutlar…


2012 yılı başlarken neredeyse her kanalda/reklam arasında “yeni yıl, yeni umutlar” temalı Coca-Cola reklamı gösteriliyordu. Reklamın ana fikri mevcut her bir olumsuzluğa karşı umut edebilmeyi sağlayacak onlarca neden olduğu üzerine temelleniyordu. Öyle ki, çöken her ekonomiye karşı bebek bekleyen mutlu çiftler, çekilen tel örgüler karşısında hoş geldiniz diye açılan kapılar, dünyadaki kötü haberlere karşı internetteki komik videolar, haksız kazanç sağlayan kişilere karşı tanımadığı birine kan verenler daha iyi bir dünyaya inanmanın nedenleri arasında sayılıyordu. Elmalarla armutlar birbirine karıştırılıyordu ama olsun, önemli olan yeni yıl için yeni umutlar sunmaktı.

Şimdilerde yine birçok yerde karşımıza çıkan “mutlu olmak için bir milyon neden var” kampanyası da yeni yıl için yeni umutlar sunmaya devam ediyor. Otobüs duraklarındaki afişlerde; yemek getiren komşular, yol gösteren insanlar ya da radyoda çalan şarkılar mutlu olmanın bir milyon nedeni arasında gösteriliyor. Diğer nedenler arasında ise her sabah uyanmak, renklerin varlığı, gökyüzünde parlayan yıldızlar ya da güneş, hayatın sürprizleri falanlar filanlar sayılıyor. Yine elmalarla armutlar birbirine karıştırılıyor. Bu hataya düşmemenin belki de en iyi yolu mutluluğu tanımlamak. Her ne kadar yanlış tanımlamalar konusunda ün salmışsa da yetkin bir kaynak olan TDK mutluluğu şöyle tanımlıyor: “Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu”. Mutlu kavramı ise “mutluluğa ulaşmış kimse” olarak tanımlanıyor. Dolayısıyla bu tanımlara göre reklam kampanyası amacına ulaşmadan sona ermiş oluyor. Neden mi?

Çünkü sadece Türkiye’de eşinden gördüğü şiddetten dolayı jet hızıyla boşanan bir kadın milletvekiline karşı; boşanmak istediği için balkondan atılan, “en kötü ihtimalle ölürsün” diye “avutulan” kadınlar var. Yol soranları gideceği yere kadar götürenlere karşı, barış elçisine tecavüz edip, öldürenler var. Kokusu gelmiştir diyerek yemek getiren komşulara karşı, her dört çocuktan biri aç ve yaklaşık 13 milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Son 11 ayda 506 işkence, 35 yargısız infaz, 19 faili meçhul, 216 kadın cinayeti, 301 fikir özgürlüğü cezası var.

Yani, mutlu olmak için “görme, duyma, düşünme/bilme!” emirlerine uyup üç maymunu oynamak gerekiyor. Bu durumda bir milyon nedeni saymak da zor olmuyor. Attığınız her adım, öyle ya da böyle aldığınız her nefes mutlu olmanın nedenlerinden biri olarak sayılabiliyor. Anlık tebessüm yaratacak durumlar mutluluğu anlamlandıracak nedenler olarak tanımlanıyor.

Şimdilerde “bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşabilmek” ütopik görünüyor. Dolayısıyla mutlu olmanın yolları ağır taşlarla kapanmış oluyor. Yüzümüzdeki anlık tebessümler içimizdeki derin acıları dindiremezken, bize “gerçek daha iyi bir dünya için” yeni umutlar beslemekten başka bir şey kalmıyor.

10 Aralık 2012 Pazartesi

Buradayım!

“Ben normaldim, önceden yani…” diyen adamın hikâyesini bilir misiniz? Hani şu kendinden 91 cm uzakta yaşayan, ona 150 tonluk bir meteor çarptıktan sonra artık hiçbir şeyin yerli yerinde olmadığını anlayan adamın… Peki ya Gregor Samsa’yı tanır mısınız? Hani şu içinde yaşadığı dünyayı sorgulayan ve bu dünyaya başkaldırdığı için başkalaşım geçiren, böcekleşen; içinde yaşadığı toplumun kalıplarına/ normlarına uymadığı için tiksinilecek, küçük, pis bir yaratıkmış gibi davranılan adamı… Bu iki adam, içinde bulunduğumuz sistemim insanları şekillendirerek kendilerinden nasıl uzaklaştırdığını ve şekillenmeyenleri sistemden nasıl uzaklaştırdıklarını gösterir.

Malum, devir muktedirin devri. Bu nedenle insanların kendinden uzaklaşmaları ya da muktedir uğruna değişmeleri kimsenin umurunda değil. Aksine birçok kişi değişimle belli kazanımlar elde edebileceğini düşünüyor. Kendinden uzaklaşıp giderken geriye dönüp bakmıyor; ne olacağım diye sormak yerine olana bakıp yerinde sayıyor. Toplum ve sistem içinde belli hesaplar yaparak günü bitirmeye bakıyor. Aralarından bazıları bunun “gerçek bir hasar” olmadığını düşünüyor. Ama kendinden uzaklaşmanın verdiği sıkıntıları belli organizasyonlarla aşabileceğini düşünenler yarı yolda kaldıkça hasar ortaya çıkıyor. Aralarından bazıları hâlâ “bu sadece organizasyon meselesi, organize olmalıyım hepsi bu.” diyerek etrafındaki her şeyi/ herkesi bu dönüşüme inandırabileceğini zannediyor. Fakat kendinden uzakta/ aşağıda yaşamanın ne demek olduğunu öğrenmeye başladığında asıl sancı başlıyor. Kendinden 91 cm uzakta yaşayan adam(lar), kendilerine dönmeye çalıştıkça aşağıya –daha aşağıya- doğru batıp gidiyor(lar).

Gregor Samsa bu hikâyenin neresinde diye düşünenler olacaktır. Sahi, Samsa onu kendinden uzaklaştırmak isteyen sisteme başkaldırmış, akışa kapılmamış, normları kabullenmiş ve bir böceğe dönüşmüştü. Neyse ki Samsa’nın geçirdiği dönüşüm onu kendine ve gerçek bir birey olma isteğine ya da kısaca muktedire yaklaştırmamıştır. Samsa’nın böcekleşmesi topluma göredir; gerçek hasarın Samsa’da olduğu düşünülse de, asıl hasar kendinden (en az 91 cm) uzaklaşan, boyun eğen/ sorgulamayan/ kafa sallayan insanlardadır. Belki de Samsa, kendinden uzaklaşmak yerine bir “böceğe” dönüşmeyi tercih ettiği için bu satırlardadır.

Sınırları çizilmiş, kurallar/ belirlenmişlikler/ normlarla dolu bir dünyada nasıl yaşamak istediğiniz; işte asıl mesele, bu. Sürünün içinde güdüldükçe mi ilerleyeceksiniz, yoksa başınızı alıp gidecek ve bir böcek, bir cüzzamlı ya da bir suçlu olarak varsayılmak pahasına kendiniz olmayı mı tercih edeceksiniz? Zaman geçip giderken kendinden 91 cm uzaklaşan adam gibi kendine yabancılaşmaya bile alışan birinin toplum içinde “buradayım!” diyebilmesi için belki de artık çok geç…

Not: Kendinden 91 cm uzakta yaşan adamın öyküsü için (bit.ly/Pdkxx1). 

2 Aralık 2012 Pazar

Pan'ın Labirenti

Ursula K. Le Guin’in yazdığı bilim-kurgu anlatıların çok önemli bir özelliği vardır: İnsani olmaları. Le Guin’in romanlarında/öykülerinde olağanüstü durumlara ya da yaratıklara rastlayamazsınız. Mevcut durumun eleştirisini gerçekler üzerinden değil de metaforlar üzerinden yaptığını görürsünüz. Hayalle gerçeği iç içe sunan anlatılarında okunan her şeyden bir metafor çıkarma gereği hissedersiniz. Çünkü Le Guin, gerçeği tüm açıklığıyla hayal dünyasının içinde sunar. Size yapılan gözbağı büyüsünden kurtulmanın yolunun büyülü gerçeklikten geçtiğini kulağınıza fısıldar.

Bu “kocakarı”yla konuşanlar Pan’ın Labirenti’ndeki büyülü gerçekliği hemen fark ederler. Hayal mi gerçek mi ikilemiyle uğraşmak yerine anlatının gerçekliğinin büyüsüne kapılmayı yeğlerler. Mercedes’le gerçeği, Ofelia ile hayal dünyasını yaşayarak, olan biteni anlamak isterler; anlarlar da… Çünkü bilirler ki hayal ya da gerçek de olsa anlatılmak istenen aynı şeydir.

Film geriye doğru akarak, bir hikâye ile başlar: Yeraltı kralının kızı kendi dünyasında acı ve yalana yer olmadığı halde insanlığın hayalini kurmadan edemezmiş. Bu nedenle bir gün muhafızların elinden kaçmış ve insanlığın dünyasına çıkmış. Fakat güneş prensesin gözlerini kör etmiş ve hafızası silinmiş. Acıdan ve hastalıklardan bitap düşen prenses daha fazla dayanamamış ve ölmüş. Kral ise kızının başka bir zamanda ve bedende geri geleceğine inanmış. Bu hikâye filmin bütününü kaplar. Ofelia okuduğu onca kitabın etkisinde kalarak bunları hayal eden bir şizofren midir yoksa bu olup bitenler gerçek midir sorusunun cevabını verir. Picasso’nun Guernica’sını hatırlatan Guillermo del Toro filmi, iç savaş sonrası İspanya’da Navvara’nın kuzeyinde dağlık bölgelerde devam eden asker-gerilla çatışmalarının etkileri üzerine şekillenir. Film Ofelia’nın gözünden büyülü gerçeklik olarak ve Mercedes’in gözünden gerçekliğin kendisi olarak iki ayrı yönden akar.

Ofelia üvey babası faşist komutan Vidal’i sevmez. Çünkü onun faşist ideolojisinin –çocukça da olsa- farkındadır. Annesi Carmen ise “erkek çocuk taşıyıcısı” olarak Vidal’in iktidarının bir parçası haline gelmiştir. Ofelia’nın yalnızlığı onu hayal dünyasına bir adım daha yaklaştırmıştır. Komutan Vidal’in yanına gelmeleri ile birlikte periler, Pan, canavarlar; kısaca Ofelia’ın hayal gücünün ürünleri gün yüzüne çıkarlar. Ofelia yeraltı krallığının masalındaki prensesin kendi olduğuna inanır ve oraya geri dönebilmek için Pan’ın isteklerini gerçekleştirmeye başlar. Önce içi çürümüş incir ağacının içindeki açgözlü kurbağanın yuttuğu anahtarı alır, sonra da yeraltı canavarının olduğu yerden hançeri. Her ne kadar yeraltı canavarının masasındaki yiyeceklerin güzelliğine kapılarak iki perinin ölümüne sebep olsa da hançeri Pan’a götürür.

Mercedes de Komutan Vidal’i sevmez –hatta ondan nefret eder. Vidal’in çiftliğinin kâhyası olması isyancı birliklerde yer alan kardeşine yardım edebilmesinin tek yoludur. Bu nedenle Vidal’in içi çürümüş faşist ideolojisine (tiksinerek) boyun eğmek zorundadır. Mercedes gerçekliğin tam ortasındadır. Mercedes’te iki nesne oldukça çarpıcıdır; kilerin anahtarı ve bıçak. Mercedes anahtarı faşizm tarafından beslenen açgözlü burjuvaziyi yok etmek için; yani isyancı birliklere yardım etmek için kullanır. Ofelia’nın dünyasındaki yeraltı canavarı Vidal’in kendisidir. Mercedes onun sunduklarından vazgeçemediği için iki kişi Vidal tarafından canice öldürülür. Faşist ideolojinin erkek egemen toplum saplantısı Vidal’in Mercedes’i aşağılamasıyla (“O, sadece bir kadın.”) bir kez daha sahneye çıkar. Mercedes, “sadece bir kadın” olarak, bıçağını faşizmi/Vidal’i yok etmek için kullanacaktır.

Filmin sonunda Ofelia ölse de bu aslında umudun hikâyesidir. Pan’ın Ofelia’dan istediği son şey Vidal’in iktidarının sürekliliğini sağlayacak oğludur. Ofelia kardeşinin kanının akmasını kabul etmez. Çünkü Mercedes gibi o da masumiyetini ve saflığını kaybeden dünyanın (huzursuzluk içindeki İspanya’nın) kötülüğünden kurtulmanın yolunun kan akıtmaktan geçmediğini bilir. Bu nedenle kapalı kilitler yüzünden umutsuzluğa kapılmak yerine kendi kapılarını yaratır. Kendi kanının akmasına razı olur ve kendini yeraltı krallığında bulur. Artık Ofelia’nın yaşadıklarının gerçekliğini sorgulamak önemli değildir. Önemli olan devrimcilerin faşizmi durdurmayı başarmış olmaları ve Ofelia’nın yüzündeki tebessümdür.