19 Aralık 2013 Perşembe

Umut mu, Umutsuzluk mu?

uzun uzak foto
Bundan 9 yıl önceydi. Derya “Birlikte sinemaya gidelim mi?” dedi. Ben de kabul ettim. Tek bir soru vardı yanıtlanması gereken: Hangi film? O zaman gösterimde olan filmleri hatırlamıyorum. Ama bu soruyu sorduğumuz anda aklıma düşen tek bir film vardı: Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak. Filmi çok bildiğimiz için ya da film çok gişe yaptığı için değildi bu seçenek. Zaten sadece bir sinemada ve sabahın körü seansında oynayan bir filmin gişe derdi olmayacağını da biliyorduk. Bu film, öncelikle o zaman platonik duygularla âşık olduğum adamın tavsiyesiydi hem de içinde umudu barındırıyordu. Derya’nın da benim de umuda o kadar ihtiyacımız vardı ki…

Kasım’ın son haftasıydı. İstanbul, puslu, basık ve karanlık bir sabaha uyanmıştı. Ben böyle günleri de, kışı da sevmezdim. Yaz çocuğu olduğum için yılın on iki ayı, yazın kızgın sıcağında buharlaşacak duruma gelsem umurumda olmazdı. Beyoğlu’na vardığımda on metre ilerisi görünmeyecek kadar sisliydi hava. Neyse ki Derya da çok bekletmemişti beni. Kol kola girip İstiklal’in tam ortasından yürümeye başladık. Saat çok da erken değildi aslında ama ortalık tenhaydı. Derya’nın koluma biraz daha sıkı sarılıp, adımlarını sıklaştırdığını hissettim. İçimden “O da benim gibi, böyle günleri sevmiyor anlaşılan.” diye düşündüm. Adımlarını hızlandırırken on-on beş adımda bir dönüp arkaya bakmasını garip karşılamaya başladım. Tam bunu söyleyecektim ki sinemanın sokağına dönmüştük ve Derya koluma sarılmayı bırakmıştı. Seansı da kaçıracaktık neredeyse. Bir şey söylemedim Derya’ya. Neyse, unuttum gitti. Bana “Ben Taksim’de yürümekten korkuyorum, tekinsiz geliyor bana.” dedi. “Bir de hava böyle sisli olunca…” “Haklısın.” dedim, “İnsan yolunu göremeyince korkuyor.” Dolu dolu baktı gözlerimin içine. Sonra film başladı, ikimiz de gözlerimizi perdeye çevirdik.

Film, Recep ile Mehmet’in 60’lı yıllarda sinemacı olma hayallerini anlatıyordu. Biri karpuzcunun, diğeri berberin çırağıydı. Öyle çok fazla bir şey kazanmıyorlardı. Karın tokluğuna çalışıyorlardı, ilerde bir zanaat sahibi olabilmek için. Ceplerindeki, bir kamera almaya hayatta yetmezdi. Ama ikisinin de umudu, sinemacı olmak hayalleriyle aynı yerde birleşiyordu. “Ah bir recisör olsam…” diyordu Recep, sinemanın önündeki kopuk filmleri almak için çöpleri karıştırırken. Tek yol göstericileri, seyircinin nerden geldiğini bilmediği o kitaptı. Kitapta filmleri oynatabilecekleri bir projeksiyonu nasıl yapacakları adım adım anlatılıyordu. Ama Recep’in yatır dedesine anlattığı gibi “Aslında saniyede 24 kare kımıldatıyoz emme gene de resimlerin oynadığı yok.” Recep yatır dedesinden medet umsa da resimler kımıldamıyordu işte. Üstüne üstlük kendinden yaşça büyük olan Nihal’e âşık olmuştu. Sevdiği kız için bile yatır dedesinden medet umuyordu; belki olur diye… Belki bir gün Nihal de -annesi gibi- Recep’in güzel saçlarını severdi.

Ama Recep’in işleri yolunda gitmedi, tam umut edecekken önce ipek gibi saçlarını arkadaşı için feda etti, sonra ustası iflas etti. Resimler kımıldamadı, Nihal’i görmek bir hayal oldu. Günlerden bir gün çabaları sonuç verdi. Resimler kımıldamaya başladı. Bu, arkadaşları Deli Ömer için de bir umut oldu. Üç pilli fener karşılığında ölen nişanlısını canlandırmalarını istedi. Recep’le Mehmet akşamı beklemesi gerektiğini söylediler. Tam vaktinde ordaydı Deli Ömer; bekledi, bekledi… Gelen giden yoktu, zaten nişanlısı da canlanmamıştı. O da umudunu yitirdi ve nişanlısını canlandırmayan makineyi kırdı. Recep, o akşam Nihallerin başka bir şehre taşındığını öğrendi. Onca uğraşa rağmen yaptıkları makinenin de kırıldığını görünce ustasının sözlerini hatırladı: “Karpuz kabuğundan gemiye binersen çabuk inersin.” Her şeye rağmen Recep’le Mehmet’in içindeki umut tükenmemişti, sonunda bir kamera almaya karar verdiler ve film açık pencereden görünen sonsuz karanlıkla sona erdi.

Film bittiğinde benim içimde umut vardı. Derya’nın da öyle… Bu iki çocuğun bıkmadan, usanmadan hayallerinin peşinden koşması ikimize de umut vermişti. İçimizde bin bir umutla İstiklal’e çıktık. Durağa kadar konuşmadan yürüdük. Birbirimizi öptük, vedalaştık.

Bir daha görüşememiştik Derya’yla. Hayatın rutin yoğunluğunda ihmal edilen önemli insanlardan biriydi. Aradan bir ay geçmişti. O akşam telefonum çaldı. Arkadaşım Derya’nın soyadını sormak için aramıştı. Çok iyi bildiğim halde arkadaşımın sesindeki telaşın içimde yarattığı korkudan unutmuştum her şeyi. “NTV’yi aç, galiba Derya’yı öldürmüşler.” diyordu. Ses kulağımda anlamsız bir hale gelmişti, ölüm ve Derya’yı aynı cümle içinde duymak zaten garipti. “Öldürülmek” her şeyi iyice anlamsızlaştırıp bir uğultuya çeviriyordu. Derya’nın neden hızla yürüdüğünü, neden birine sığınması gerekiyormuş gibi koluma sarıldığını, gözlerindeki korkuyu ve etrafı tekinsiz bulmasını… O an sanki bir şeylere kılıf uydurmaya çalışıyordum.

Televizyonu açtım, kumandayı elime aldım, kanalları değiştirmeye başladım. Haberlerde Derya’nın fotoğrafını gördüm. İşte o an Recep’in, Nihal’in taşındığını öğrenince donduğu gibi dondum. Kumanda elimden düştü. Haberleri sunan tok ses Derya’yla birlikte ailesinin ve 3 yaşındaki yeğeninin öldürüldüğünü söylüyordu. O an hayata dair umutlarımı yitirdim. Film gibi Derya’nın hayatı da –içinde umut olsa da- pencereden görünen sonsuz karanlıkla sona ermişti.

Derya’yla birlikte kaybettiğim umudu zamanla geri kazandım. Aradan dokuz yıl geçti kimi zaman umutlanıp Recep gibi hayaller kurdum. Sonra bir yerde durdu hayat. Umudun içine tükürüp elimdeki aynayı yere attım –Recep gibi. Şimdilerde umut denilen şey –Nietzsche’nin dediği gibi- “kötülüklerin en kötüsü”. Umut ettikçe hayat zorlaşıyor, ızdırap artıyor. İnsan yolunu göremeyince korkuyor. Zaten resimler de kımıldamıyor…

Frances Ha’ya ikili bakış


Odağında kadın olan filmler* genel olarak belli bir çizgiyi takip eder. Ya komediye bulanmış bir aşk hikâyesi vardır karşımızda ya da karşılaştığı zorluklara rağmen asla yılmamış, mücadele etmiş ve sonunda kazanmış kadın. Çoğu kez böyle gelişir olaylar ve genellikle son sekansta beliren beyaz atlı prensin getirdiği mutlulukla aydınlanma dönemine girilir. Bundan sonrasında mücadele, hak getire! Çünkü toplumsal cinsiyet kalıplarına sığdırılmış kadının hayatının kalanını, film perdesinde izlemesek bile tahmin edebiliriz: “Evli, mutlu, çocuklu”. Ha, bir de çalışan olmasını es geçmeyelim. Malum, bu kategorilerin içinde de bambaşka bir “mücadele” devam edecektir.

Frances Ha, tüm bu tanımlamaların dışında –iyi ki de öyle. En azından kadınların sıradan yaşamları olabileceği, ille de mücadele etmek zorunda olmadıkları –ya da bazen buna gerek duymadıkları-, oradan oraya savrulabildikleri ve sürekli geleceği planlamanın derdinde olmadıkları gerçeğini gözler önüne seriyor. Evet, biz filmlerde gördüğünüz o (evdeki ve işteki) her işin üstesinden gelen, buna rağmen topuklu ayakkabıları, muhteşem görüntüsü ve üzerindeki tiril tiril kıyafetleriyle iki dirhem bir çekirdek imajı yaratan ve beyaz atlı prensiyle mutluluğa ulaşan süper kadınlar değiliz. Biz, çoğu zaman istediği gibi davranan, her işe yetişemeyebilen, çoraplarıyla da uyuyabilen, dağınık saçlarıyla da yaşayabilen, işle ilgili hırsları olmayan, düz ayakkabılarıyla koşarken düşebilen ve sadece bir erkeğe değil bir kadına da âşık olma ihtimali olan Frances’iz. Özetle, karşımızda –alışılmışın ve beklenenin aksine- mükemmel olmadığını gizlemeyen ve biseksüel ya da lezbiyen olduğunun –sadece- işaretlerini veren bir kadın var.

1. “Mükemmel değilim ne de bir çiçek…”

“Şehir” ve “kadın” yan yana gelip şehirli kadın ya da en genel tanımla modern kadın kavramını ortaya çıkardığında kadınlar için durum zorlaşır -hoş, şehirle yan yana gel(e)meyen kadınlar için de durum zordur ama şimdilik meseleyi şehirli kadın üzerinden ele alalım. Şehir, kadına bir misyon yükler ve tüm karmaşasını kadınının sırtına yükler. Bu süreçte kadın başarılı ve güçlü olmak zorundadır. Çünkü sabah uyandığı andan uyuyacağı zamana kadar yapılacak her şey ona yüklenmiştir. Uyanır, kahvaltı hazırlar, kahvaltıyı toplar, şık ve güzel görünmelidir, işe gider, orada en iyi olmalıdır ya da zaten en iyidir, tüm işleri kusursuzca halleder, eve gelir, ortalık tertemizdir, yemek hazırlar, yemeği toplar, kocasına hizmet eder, çocukları uyutur, ertesi gün hazırlıklarını yapar, yapar da yapar… Ha bu arada ütü, bulaşık, çamaşır gibi bilumum işler ve geriye kalan tüm organizasyonlar ile duygusal işler de kadının sorumluluğundadır tabii. Çünkü üstüne yapışan “süper kadın” yaftasının –ya da Friedan’ın dediği gibi dişil gizemin- altında ezilmekten kurtulmayı başaramamıştır. Tüm bunlara karşı Frances’in dilinden dökülmeyen ama film perdesine yansıttığı bir soru var: Sorumsuz, amaçsız, fütursuz kadın olamaz mı? Cevap, Frances’te ete kemiğe bürünerek çıkar karşımıza: Neden olmasın? 

Frances Halladay, hayatında bir erkeğin varlığını zorunlu gören biri değil, yani bir beyaz atlı prens beklentisi yok. Bu nedenle daha filmin başında en sevdiği arkadaşı için erkek arkadaşından ayrılıyor ve bundan zerre üzüntü duymuyor. Ağlayıp, sızlamıyor ve “kadınlar duygusaldır” kalıbının içine sıkışıp kalmıyor. “Kadının yeri evdir/evidir.” ataerkil düşüncesini de yersiz-yurtsuz olmasıyla altüst ediyor. Şehirden şehre sürüklenirken herhangi bir yerde “aydınlanma” yaşayıp ya da hayatının aşkını/fırsatını bulmuyor. Normal koşullarda olabilecek şeyleri yaşıyor; bizi “Bu ancak filmlerde olur.” diyecek mucizelere yüzleştirmiyor. Aksine birçok kadının izlerken “Bu aslında benim.” dediği/diyebileceği türden bir hayat yaşıyor. Kendini kalıpların içine sıkıştırmaktansa olduğu gibi yaşamayı tercih ediyor.

Bu şu anlama geliyor: Kadınlar mükemmel olmak, iyi görünmek ve her şeyi en iyi şekilde yapmak zorunda değiller. Kadınların tüm işlerin üstesinden bir anda gelebildiği yalanı, onların sırtına yüklenen işlere eril akıl tarafından yaratılan bir kılıftan başka bir şey değil. Bu nedenle Frances, bu yüklerin altında ezilmektense “mükemmel kadın” olmaktan vazgeçmeyi tercih ediyor.

2. Frances: Undateable

Genel düşünce şunu dayatır: “Kadınlar erkeklerden, erkekler de kadınlardan hoşlanır.” Oysa kadınlar kadınlardan (da), erkekler erkeklerden (de) hoşlanabilir.** Buradan yola çıkarak Frances’e başka bir yerden; daha ilk sekanstan itibaren işaretini verdiği fakat film boyunca dillendirmediği duruma bakalım: “Frances neden bir undateable (çıkılamaz)?” ya da başka bir şekilde sormak gerekirse “Frances bir lezbiyen ya da bir biseksüel mi?”

Frances neden undateable olduğunu şöyle açıklıyor: “Bir ilişkide ne istediğimi, neden bekâr olduğumu açıklayabilirim. Zor bir durum, biriyle birlikte olduğunda sen onları seversin ve onlar bunun farkındadır, onlar seni sever ve sen de bunun farkında olursun. Ama bu bir parti ve diğer insanlarla konuşursun, gülersin, ışık saçarsın, odayı araştırır, diğerlerinin gözlerini yakalarsın. Ama bu sahiplenici olman ya da kusursuz bir cinsellik yaşaman için değil, senin bu hayattaki kişiliğinle alakalı bir durumdur. Bu durum hem komik hem de üzücü ama bu hayat sona eriyor ve tam da orada, fark edilmeden, herkesin önünde duran gizemli bir dünya oluşuyor. Ama kimse bunu fark etmiyor. Yani dedikleri gibi etrafımızda başka bir boyut var ama bizde onları algılama yeteneği yok. Bir ilişkiye girmeme sebebim işte bu. Ya da hayata sanırım. Aşka...”  Frances’in bahsettiği herkesin önünde duran gizemli dünya ve arada sırada söylemeye çalıştığı şey, hiçbir zaman açılamadığı Sophie olabilir mi?

Filmin ilk sekansından Frances’in kadın-erkek ilişkilerinde başarısız olduğu ve Sophie’nin sesini duyduğu anda bambaşka hissettiği anlaşılıyor. Daha önce tatmin etmeyen/edilmeyen erkek arkadaşlarını olduğunu gizlemiyor ama Dan’la ayrıldıktan sonra erkeklere –sanki- daha mesafeli bakıyor. Sophie ile kendisini “artık seks yapmayan lezbiyen çiftlere” benzetmesi belki de Sophie’nin bu konudaki düşüncesini öğrenmek için… Sophie ise bu konuda mesafeli. Belki de bu nedenle Frances, Sophie’ye defalarca onu sevdiğini söylediği halde Sophie bunu söylemekten kaçınıyor ya da bu sevginin bir aşk olduğunu anlamak istemiyor. Zaten Frances’in ona olan bağlılığını bildiği halde başka bir eve taşınıyor.

Frances’in Sophie’ye karşı kıskançlığı, tutkusu, “Sen ve ben çıkılamaz kişileriz.” demesi, Sophie ve kendisini “sevişmeyen evli çiftlere” benzetmesi onun bir lezbiyen ya da –daha önce erkek arkadaşları olduğunu göz önünde bulundurarak- bir biseksüel olduğunun işaretlerini veriyor. Ama nedense Frances bunu açık açık söylemiyor. Bu, Sophie’nin bu durumu fark etmemesinden kaynaklanıyor olabilir. Ama Sophie’nin durumu anladığı ve bir şeyler hissettiği halde Frances’in aksine hırslarının peşinden gitmeyi tercih ettiği için bunu gizlediğinin işaretlerini de vermiyor değil.


Daha önce de söylediğim gibi, Frances sıradan ama (toplumsal cinsiyet) kalıpların(ın) içine sığmayan bir kadın. Bu durum onun ilişkilerine de yansıyor. Dolayısıyla sadece gereklilik gibi sunulduğu için biriyle birlikte olmak yerine kendi olmayı, Sophie’ye açılmamayı ve undateable olmayı tercih ediyor olabilir.

Sonuç yerine sona eleştiri
Frances Ha, bir büyüme ya da başarı hikâyesi değil, zaten Frances de aydınlanmayı bekleyen, bir baltaya sap olmaya çalışan bir karakter değil. Ya da bazı eleştirmenlerin söylediği gibi düşe kalka öğrenen, hayatını toplamaya/düzene koymaya çalışan bir kadın da değil. Frances, son sekansa kadar anı yaşayan, içinden geldiği gibi davranan, kabına sığmayan bir kadın. Buna rağmen film, bir dans koreografı olan Frances’in başarısıyla sona eriyor. İzleyici ister istemez Frances’in ne ara bunları yaptığını merak etmeden duramıyor. Bu son Frances’in posta kutusuna sığmayan ismi gibi ona dar geliyor. Çünkü Frances, bu sonla birlikte başlayan hayata -posta kutusundaki ismi gibi- sığmayacak kadar iyi bir karakterdir.

* Politik feminist filmleri bu genellemenin dışında tutuyorum, çünkü yazıda bahsi geçen filmler politik bir çizgi takip etmediği için aynı genelleme içinde değerlendirilmeleri doğru görünmüyor.

** Burada, queer kavramından yola çıkıp ikiden fazla cinsiyetin olduğu düşünülerek bu cinsiyetlerle de belirli kombinasyonlar oluşturulabilir.  

Devletle Bir Olup Kadını Bağımlılaştıran Aile İdeolojisi Üzerine



Aile hakkındaki genel yaklaşım, ailenin her yerde bulunduğu, (yeniden üretim, beslenme… gibi) evrensel ihtiyaçların ifadesi olduğu ve (cinsel, ekonomik, yeniden üretim… gibi işlevleri nedeniyle) temel sosyal ilişkileri yerine getirdiği ile ilgilidir. Bu nedenle aile ile ilgili varsayımlar, “ortak yaşayan ebeveyn ve kendi çocuklarının oluşturduğu birim”, “içinde evsel ve cinsel ilişkilerin ve toplumsallaşmanın gerçekleştiği doğal birim”, “özellikle ilk yıllarda anne ve bebeği arasındaki bağımlılık ilişkisi”, “kadın ve erkekler arasında bağımlılık ilişkisi” üzerine şekillenir. Bu tanımlarda ailenin ve bireyler arasındaki “bağımlılık” ilişkilerinin “doğal” olduğu varsayılır. Öte yandan klasik aile sosyolojisi geleneği incelendiğinde, varsayımların değişmediği; ailenin, toplumun vazgeçilmez bir kurumu olduğu, kadın ve erkeklerin belli roller çerçevesinde şekillendiği, ana işlevin çocukların toplumsallaşması ve istikrarın sağlanması üzerine temellendiği görülür.

Neyse ki, bunlara karşın aile kavramının evrensel olmadığı, tarihsel ve kültürel olarak farklılıklar içerdiği (örneğin bazı ülkelerde ailelerin yetişkin erkekleri içermemesinde olduğu gibi); saat gibi mükemmel bir mekanizma olarak işlemediği ve çatışmayı içinde barındırdığı bilinmektedir. Bu nedenle Michele Barret yukarıdaki tanımlamaların/varsayımların ailenin ideolojik yapısından kaynaklandığını belirtir. Çünkü aile ideolojisi, bu varsayımlar aracılığıyla kadını “yeni neslin üreticisi”, “ev kadını” ve “annelik” kavramları içine sıkıştırarak “ideal bir aile” yaşamı üzerinde belirleyici bir rol oynamaya soyunur. Bu açıdan eğitim, işgücü piyasası, sosyal güvenlik gibi kavramlar üzerine şekillenen sosyal politikaların da aile ideolojisinde temellendiği görülebilir. Yani bu konuda yapılmış olan -yukarıdaki- varsayımlar, hükümetler tarafından da kabul edilir.

1830’lu yıllarda burjuvalar tarafından kadının çalışmasının “evini ihmal etmesine” sebep olduğu, kızların fabrikada çalışmalarının göçe sebep olduğu, erkek ve kadınların aynı işte çalışmasının “ahlaka aykırı” olduğu üzerine bir tartışma başlar. Bu tartışmayı başlatan “düşünceli” burjuvalar işçi ailesinin “kendini yeniden üretemeyecek kadar yıprandığını” savunur. Bu nedenle “aile ücreti” kavramı -burjuvalar ve erkek işçi sendikaları tarafından- ortaya atılır. Toplum olarak “ailenin çıkarlarının korunması” konusunda fikir birliği edilerek kadının çalışması engellenmeye çalışılır. Bu hayali varsayıma rağmen bu dönemde kadınların ve çocukların da çalıştığı, tek bir kişinin geliriyle geçinilemeyeceği kanıtlansa da erkeğin “aile reisi” olarak görülmesi engellenemez. Bunun daha da ötesinde kadının kendini -maddi olarak- erkeğe bağımlı hissetmesini sağlanır. Aile ücreti kavramının varsayılması, çalışan kadınların düşük ücret almasını da beraberinde getirir. “İyi koşullarda” yaşayabilmek için erkeğin aile ücreti aldığı ve esas geçimi onun sağladığı düşünüldüğünden ve kadının çalışması bir çeşit “katkı” olarak görüldüğünden, kadına emeği karşılığında ödenen ücret azdır/azalır. Böylece kadının ekonomik bağımlılığı devlet eliyle oluşturulur. Yani kadına verilen düşük ücret, erkeğin aldığı ücretle dengelendiği varsayımıyla açıklandığından, aile ücreti alan bir erkeğin varlığı için evlilik kaçınılmaz hale gelir. Bunun sonuçları, eşler arasında eşitsizlik, “bağımlılığın” meşrulaştırılmasından başka bir şey değildir.

Cumhuriyet öncesi ve sonrası Türkiye’sine bakıldığında da aynı durum karşımıza farklı bir örnekle çıkar. 1. Dünya Savaşı sonrasında ağır insan kayıpları nedeniyle uygulanan nüfus artırma politikaları 1950’lerden önce had safhaya ulaşmıştır. Öyle ki devlet nüfus artırmak için beş ve daha fazla çocuk sahibi kadınlara para ödülü, vergi indirim teşvikleri gibi yolları denemiş, gebeliği önleyici yöntemleri yasaklamıştır. Bu da yasal olmayan kürtajlar nedeniyle pek çok annenin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanmıştır. Hızlı nüfus artışı istihdam sorunlarını beraberinde getirdiğinden izlenen politikanın değiştirilmesine neden olmuştur. Devlet, ürettiği politikalarla, kadını ailenin vazgeçilmez parçası haline getirerek kadın üzerindeki yönetim gücünü meşrulaştırır. Aileyi “yeniden üretim”i sağlayan/sağlayacak bir potansiyel gibi görerek gerekli zamanlarda çıkardığı yasalarla kadınları sadece “kutsal annelik” mertebesi altına sıkıştırmaktadır.

Devlet kadının çocuk sahibi olmasını da “yasal” yollara bağlar. Bu durumda evlilik dolayısıyla bağımlılık kaçınılmazdır. Çünkü evlilik dışı ilişkilerle çocuk sahibi olacak kadınlar devlet tarafından desteklenmediği gibi “sosyal refah hizmetleri”nden de mahrum bırakılır. Böylece kadının doğurganlığı devlet tarafından denetim altına alınarak kadına ait konulara müdahale edilmiş olur. Devletin kadının mahremiyetinin bu kadar içinde olmasına rağmen şiddet gören kadınlar söz konusu olduğunda “ailenin dokunulmazlığı” varsayımına sığınması da incelenmesi gereken bir diğer konudur.

Devletin aile ve kadının bedeni, anneliği işgücü/emeği ile ilgili politikalarına bakıldığında, kadını, öncelikle ailede “kocasına” sonra da devlete bağımlı kılma amacının güdüldüğü görülür. Böylece devletin devamlılığı, istihdam ve üretim; kadının yeniden üretim potansiyeli ve “kutsal annelik” varsayımı aracılığıyla gerçekleşir. Günümüzde uygulanan aile politikalarına bakıldığında hiçbir şeyin değişmediği, hatta olumsuz bir gelişme kaydedildiğini görmek mümkündür.

Sığınmak çözüm değil

Okumak, okura çoğu kez yeni birileriyle/hayatlarla tanışma fırsatı verir. Karakterlerin başından geçenler; inişli çıkışlı olaylar, acılar ya da hüzünler, sevinçler ya da mutluluklar okuru oradan oraya sürüklerken sanki yeni bir hayatı öğreniyormuşçasına okura tecrübe kazandırır. Karakterlerin başından geçen iyi şeyleri okuyan/deneyimleyen okur, romanın kahramanıyla birlikte bulutların üzerinde gezer durur. Kahramanın başından geçen kötü olayları okurken/deneyimlerken ise okuduğu karakterlerin ruh hâline bürünüp yaşananların başından geçtiğini düşünerek aynı acıyı yaşar. Aynı nedenle kitaplar kategorilenir; aşk romanı, tarihî roman, gerilim romanı vs. diye… Bunlardan en kolay olanı aşk romanlarını okumaktır. Romanın kahramanı ama acılı ama mutlu bir sevda peşine düşerken kahraman da onun acısıyla acılanır onun sevinciyle neşelenir durur. Ama sonuçta –Anna Karenina’yı, Madam Bovary’i ve diğer aşk klasiklerini bir kenarda tutarak- “aşk romanı işte” denir, geçilir. Söz konusu bir gerilim romanı olduğunda okurun baştan karar vermesi gerekir: Bu bir gerilim romanıdır ve okura vadettiği tek şey şüphedir. Şüphe, bilinçaltı ile yoğrulup psikolojik-gerilim romanı hâline geldiğinde ise okurun kendi benliğine inmesi ve kitabın sayfalarını çevirirken tırnaklarını yemeye başlaması kaçınılmaz olur.

Sığınak, daha ilk sayfadan tırnakları yedirmeye başlayan, sonraki sayfada ne olduğunu merak ettiren ve başkahramanın hayatı sayfalarda akarken “Onun yerinde ben olsaydım?” sorusunu sorduran psikolojik-gerilim romanlarından biri. Diğerlerinden farkı ise okura gözetlettiği kişinin, mütecavizi tarafından psikolojik şiddet görmüş bir kadın olması. Kitabın yazarının klinik psikolog bir kadın olması ise romanın başkahramanı olan psikolog Stella’nın duygularının kadın bakış açısından aktarılmasını sağlıyor.

Lawrence Simpson, erkek egemen dünyanın içinde “kadınları aşağılamayı tarz edinmiş”tir. Eski eşi ile yaşadığı sorunlardan dolayı velayet davasını kazanmak için çabalamış ve bunun için her türlü “pisliği” göze almıştır. Gözünü kırpmadan eski eşine işkenceler yapan ve -yasalardaki açıklar nedeniyle- tehditlerinden dolayı tek bir ceza almadan elini kolunu sallayarak insanların arasına karışan sapık ruhlu bir psikopattır. Rutin bir hayatın içinde kariyerine odaklanan Stella’nın hayatı, Lawrence’ın kendini dünyanın merkezinde hissetme güdüsü ile ona tecavüz etmesinin ardından değişir. Stella, profesyonel kimliğini kaybetme korkusuyla bu durumu kabul eder. Kliniğin sahibi Max de, kliniğin adının kötü anılmaması için bu durumu –seve seve- destekler. Stella’nın –her gerilim romanının olmazsa olmazı- polis/dedektif arkadaşı Roger bu durumu kabullenmek zorunda kalır. Stella yaşadıklarının yarattığı psikoloji ile evden dışarı çıkamayan bir paranoyak hâline gelir. Her an Lawrence ile karşılaşacağı korkusuyla yaşayan kadın, evini hem sarayı hem zindanı olarak gören bir agorafobiğe dönüşür.

Stella korkularıyla yüzleşmeden korku içinde yaşamaya devam ederken ona umut veren tek şey platonik hisler beslediği Max ile evlenmesi olmuştur. Aldığı anti-depresanlar ve sakinleştiriciler sayesinde hayal âleminde yaşayan Stella, Blue ile tanıştığında gerçekleri görmeye başlar. Blue’nun gelişi başlangıçta onu rahatsız eder. Çünkü yaşadıkları, “öngörülemeyen birinin varlığına” tahammül edemeyecek hâle getirmiştir onu. Ancak bu sarı saçlı, mavi gözlü, güven duygusu uyandırmasa da şefkate ihtiyacı olduğu hissedilen kız, görmek istemediği gerçekleri gün yüzüne çıkarır. Her gerilim romanı gibi bir sonraki sayfada ne olacağını merak ettirmenin yanı sıra zamanlararası geçişleriyle okuru heyecanlandıran roman, biterken okuru soru işaretleriyle baş başa bırakıyor. Yazar, okuru merakta bırakıp kalemi öylece bırakıp gidiyor gibi görünse de, okura “Blue’ya ne olacak?” sorusunun yanıtını aratacak bir seriye göz kırparak sözlerine son veriyor.

Her gün karşılaştığımız kadına psikolojik şiddet (taciz, tecavüz, …) olaylarını bu psikolojik-gerilim roman aracılığıyla tekrar hatırlatan Lewis, kimi zaman böyle durumlarda ne yapılması/yapılmaması gerektiğini örtük olarak hatırlatıyor. Stella, bir psikolog olmasına rağmen ondan çoğu kez yardım alanların aksine mütecavizini ele vermek yerine kendini, sığınağı addettiği (Max’ın) evine kapatmayı tercih ediyor. Oysa Roger’in yol göstermeleri ve Blue’nun içinde yarattığı hislerle bu durumda Lawrence kadar Max’ın da suçlu olduğunu anlayıp, aldığı ilaçlardan bağımsız bir zihinle suçluların ceza alması gerektiğini hatırlıyor. Sığınak, kadına psikolojik şiddeti feminist bir bakış açısıyla anlatmaktan çok, duruma sadece bir psikolog gözüyle bakıp yapılması/yapılmaması gerekenleri Stella’nın yaşadıkları üzerinden aktarıyor. Stella’yı kendi karar mekanizmasını üretemeyen, yanındaki erkeklerin (Max ve Roger) sözleriyle hareket eden aciz bir konuma yerleştirerek erkek aklı güzellese de, tecavüzün bir kadının hayatında yarattığı travmaları bir kez daha irdeleyip, bu durumu saklamanın anlamsız olduğunu ve kimseyi çözüme ulaştırmadığını naif bir dille göz önüne seriyor.

Sığınak
S. L. Lewis
çev: Ceren Şanlıdağ
Kahve Yayınları
2013, 256 sayfa



8 Temmuz 2013 Pazartesi

Birey Bir Otomat Mıdır?

İktidar, en adil yasayı yürürlüğe koymak için mi yoksa kendi çıkarlarını gözetmek için mi çabalar? Demokratik olarak seçilenlerin koyduğu kurallar -Hobbes’in deyişiyle- “mutlak güç” olarak mı kabul edilmelidir? Bireyler, iktidar “en iyi seçimleri” yapabilir ümidiyle yaşayıp İsa’nın emrine uyarak “bir yanağına tokat atıldığında diğer yanağını da uzatmalı” mıdır? Paternalist bir tavırla “Ben ‘bunların’ ya da onların çıkarlarını düşündüğüm için özgürlüklerini kısıtlayabilirim.” diyen bir muktedirin “demokrasi” kisvesi altına gizlenerek oluşturduğu yasa, adil olsun olmasın bu yasayı –pozitif hukukçular gibi- bir tabu olarak kabul edip ona tapmak mı gerekir? Yoksa yasanın adil olup olmadığını sorgulayarak onun işleyişindeki aksaklıkları gözler önüne mi sermelidir? Özetle Henry David Thoreau’nun “Gerçeğin saf kaynağını tanımayan ve akıntıya karşı yürüyüp, kaynağını aramayanlar, İncil ya da anayasalara takılıp kalıyor, riayet ve huşu ile kendi kaynaklarından içmekle yetiniyorlar. Oysa gerçeğin ince bir sızıntı olarak gelip bu göle ya da gölete döküldüğünü fark edenler, paçalarını bir kez daha sıvıyor ve gerçeğin kaynağına doğru yürümeye devam ediyorlar.” sözünden yola çıkarak kendi kaynaklarını içmekle yetinenlere itaat etmek mi yoksa gerçeğin kaynağına yürümek için mücadele etmek mi gerekir?

Tüm bu soruların yanıtının uğrayacağı iki yol vardır: Birincisi “salla başı al maaşı” mantığıyla sistemin çarklarından hatta çarkın dişlilerinden biri olmayı kabul ederek adil olmayan yasaları kabullenmekten, ikincisi ise bireylerin “omlet yapmak için kırılması gereken yumurtalar” olmadıklarını muktedire hatırlatmaktan geçer. Birinci yol kısa ve kolaydır, ikinci yol çetrefilli olsa da gerçeğin kaynağına ulaşmayı hedeflediği için girilmeye değerdir. Yasa oluşturulurken “düzenleyicilik” ilkesini bir kenara atıp hiç kimseyi düşünmeden kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başlayan bir iktidarın sorgulanma vakti gelmiş demektir. Adaletsizliği sorgulamak pasif direnişle ya da başka bir deyişle sivil itaatsizlikle mümkündür.

Sivil itaatsizlik, “demokratik” olarak adlandırılabilecek toplumlarda, adaletsizliklere ya da hukuk düzeninin bozulmuş olma tehlikesine karşı yasal imkânların çare olmadığı durumlarda başvurulan ve yasanın adil bir biçimde işlemesini amaçlayan direniş biçimidir. İnsanların sahip oldukları vicdanı, kamusal bir şekilde bütünleştirerek, adalet duygusunu hatırlatmayı amaçlar. Çünkü birey adil yaşam beklentisi içinde hukuk kurallarının demokratik bir şekilde uygulanmasından yanadır. Muktedirin amacı bireylerin taleplerini karşılamaktır. Bu durumda sadece bir kesimin/grubun talepleri değil herkesin talepleri ele alınmalıdır. Sadece belli bir grup muhatap alındığında ortaya çıkan adaletsizlik karşısında kendini savunma hakkı göz ardı edilemez. Yasalara başvurarak sorunların çözülemediği/çözülmediği noktada muktedirin ve kamuoyunun dikkatini çekmenin yolu sivil itaatsizlikten geçer.

Sivil itaatsizlik yasaları bozmayı, sistemi yerle bir etmeyi ya da kaos yaratmayı amaçlamaz. Amaç emre itaat etmesi beklenen bireylere yurttaş olduğunu hatırlatmak ve kamu yararını gözeten ortak bir adalete ulaşmaktır. Dolayısıyla yıkıcı değil düzenleyici bir etkisi vardır. Amaçları açısından ele alındığında da olumsuz sonuçlar doğurmayacağı aksine yasaların düzenlenmesi, adil olanla olmayan arasında ayrım yapılabilmesi gibi nedenlerle olumlu anlamda dönüştürücü bir etkisi olduğu söylenebilir. Bu nedenle bir sivil itaatsizlik eyleminin “kamusal görünürlüğü” önemlidir.

Kamusal görünürlük, sivil itaatsizlik eylemlerinin kamu önünde gerçekleştirilmesi ve/veya kamuya medya araçları aracılığıyla yayılması ile mümkündür. Bir sivil itaatsizlik eyleminin amacı, haksızlığa karşı gelerek kamuoyu vicdanını ve iktidarı rahatsız etmek olduğundan eylemin görünür olması önemlidir. Bu süreçte iktidarın elindeki araçlarla eylemleri gizlemeye çalışması ya da çarpıtması olasıdır. Çünkü aleni olmayan bir eylem, amacına ulaşmakta güçlük çeker. Sokrates’in mağara metaforunda olduğu gibi aleni olmayan ya da muktedirin eliyle gizlenen/çarpıtılan bilgi önyargılar oluşturur. Önyargıları önlemenin yolu kamusal görünürlük sağlamaktan geçer. Bu da sivil itaatsizlik eylemleri ile ilgili dezenformasyon yaratamayacak medya araçları ya da toplumsal pratik ile mümkündür. Adaletin gerçekleşmesi için yasa koyucuların keyfini beklemeyen bireyler bu sayede birbirinden haberdar olur, adaletsizliğe karşı bir araya gelir ve gerçeğin bilgisini yaymak için çabalar. Bu da sivil itaatsizlik eylemlerinin örgütlenmeyi sağladığını gösterir.

Adalet arayışındaki bireylerin bir araya gelmesini hazmedemeyen iktidar, sivil itaatsizlik eylemlerini cezalandırarak engellemeyi dener. Ancak bu cezalarla korku salmayı ve örgütlenmeyi önleme amacındaki muktedirin göz ardı ettiği bir şey vardır. Sivil itaatsizlik yasaları bozmayı değil aksine yasaların adil bir şekilde işlemesini amaçlar. Bu nedenle eylemler yasadışı olarak görünse de aslında meşrudur. Çünkü yasalar adil olan için bilinçli olarak ihlal edilmiştir ve asıl amaç kaos değil yasanın da amacı olan düzendir. Bu meşru yasadışılık, daha adil bir siyasal yapının oluşmasını sağlayan düzeltici/düzenleyici işlevi ile çoğunlukçu değil çoğulcu bir siyasetin de yolu açar.

Şimdi yarısını yaylıların, diğer yarısını vurmalı ve üflemeli çalgıların oluşturduğu bir orkestra bir de sadece yaylı çalgıların hangi notadan basarsa bassın aynı sesi çıkarmasını ve vurmalı ve üflemeliler ile hiçbir iletişim kurmadan orkestrada sessizce oturmalarını isteyen bir orkestra şefi düşünün. Şef, sadece yaylı çalgıların tınılarını huşu içinde dinler. Fakat bir süre sonra öylece bekleyen ve bambaşka seslere sahip olan timpani, zil, davul, çan, piyano gibi vurmalılar; flüt, obua, klarnet, fagot gibi tahta üflemeliler ve korno, trompet, trombon, tuba gibi bakır üflemeli çalgılar ortak akılla harekete geçerek yeni bir kompozisyonu çalmaya başlar. Orkestra şefinin haksız bir dağılımla oluşturduğu kompozisyonun dışında sesler çıkaran müzisyenlerin bu itaatsizliği, adaletsizliği ortaya çıkarmayı sağlar. Bu durum iktidar için de aynı şekilde işler. Sadece hoşuna giden sesleri kaile almak totaliter bir anlayışın üründür. Dolayısıyla muktedir, sadece onu seçmişlerin değil toplumun tamamının sesine kulak vermek zorundadır. Çünkü devlet iktidarın temellerini attığı ve kendi idealleri aracılığıyla oluşturduğu bir ütopya değildir. Bu nedenle sorunlar muktedirin çözümleri üzerinden değil bireylerin taleplerinin karşılanmasıyla çözülmelidir. Talepleri karşılamak yerine talepleri sindirme yoluna gitmek muktediri güçsüzleştirir ve gülünçleştirir.

Birey, para atıldığında başını sallayan bir otomat değildir. Bu nedenle bir toplumdaki bireylerin “özgürlüğünü gözetmek” ve “adaleti sağlamak” amacıyla yapılan her türlü düzenlemenin bir sınırı vardır. Yasalar, halkın çıkarını gözetmek yerine muktedirin ve sesteşlerinin çıkarını gözetmeye başladığında sesteş olmayanların varlığını hatırlatmak için itaatsizlik kaçınılmazdır. Çünkü mesele üç-beş ağaçtan fazlasıdır.


3 Temmuz 2013 Çarşamba

'Bütün Gün Ne Yaptın?'

Bir adam eve gelir ve evdeki kadına (eşine/annesine vs.) söylenmeye başlar: “Yemek hazır değil mi?”, “İşler hala bitmedi mi?”, “Bu evin hali ne?” ya da özetle “Bütün gün ne yaptın?” Kadın bu sorunun cevabını vermek istese de bütün gün çalıştığını söyleyemez. Çünkü bunu kanıtlayacak parası yoktur. Oysa kadın bütün gün çalışır, o anlamsız soruyu soran adamdan daha çok çalışır ve yeniden üretimin sürekliliği için üretmeye devam eder. Buna rağmen dünyanın dört bir yanından erkek akılla kadına sorulan soru aynı: “Bütün gün ne yaptın?” Selma James, 1953-2005 yılları arasında kaleme aldığı yazılardan oluşan kitabında (Cinsiyet Sınıf Irk: Kadınlardan Yeni Bir Perspektif, çev. Ayşan Sönmez, Sezgin Gündoğan, İstanbul: BGST Yayınları, 2010) erkek akla bu sorunun yanıtını vermeye çalışır.

“Kadınlar dünyadaki işlerin üçte ikisini yapıyor.” Buna rağmen kadınların yaptığı işler ya ücretsiz ya da düşük ücretlerle ücretlendirilir. Bunun başlıca sebebi “ev kadınlığı” rolüdür.  Kültürel olarak dayatılan bu rolün barındırdığı emek, görmezden gelindiği gibi kişisel bir iş gibi gösterilerek değersizleştirilir. Bu değersizleştirmenin altında yatan neden açıktır. Her şey yeniden üretimin –kültürel kodlar aracılığıyla- ücretsiz olarak sağlanması içindir. Bu süreç şöyle gerçekleşir: “Rahimde geçen 9 aydan sonra beslenmeli, giydirilmeli, eğitilmeli, çalıştığında yatağı toplanmalı, evinin yerleri silinmeli, öğle yemeği hazırlanmalı, cinselliği tatmin edilmeyip dindirilmeli, gece vardiyasından döndüğünde yemeği hazır olmalıdır.” İşte bu tam olarak kadının yaptığı iştir –fakat kadının yaptığı işin tamamı değildir. İş gücünün üretimi kadının yaptığı işin yarısıdır. Bu işler kadının biyolojik rolünü yani doğurganlığı suiistimal edilerek gizlenir. Oysa doğurmak ve bu işleri yapmak arasında hiçbir bağlantı yoktur.

Kadınlar yaptıkları işler karşılığında “dünya gelirinin %5’ini, varlığının ise %1’ini elde ediyor.” Yani verilen emeğe rağmen “dünyanın en yoksulları”, kadınlar. Kadınlar sermayeye emek gücü sağlamak için harcadığı emek karşılığında hiçbir gelir elde edemezler. Oysa yeniden üretimi –kültürel rollerin dayatmasıyla olsa da- üstlenerek, sermayenin yaptığı yatırımları korurlar. Bunun yanı sıra üretime de katkıda bulunurlar. Dünya üzerindeki gıdanın yaklaşık yarısını üretir; formel iş gücünün üçte birini oluşturur; dünyadaki tüm sağlık hizmetinin toplamından daha fazla sağlık hizmeti sağlarlar. Buna rağmen en düşük ücretli işlerde istihdam edilirler. Erkeklerin iki katı kadar iş yapsalar da kadınların aldıkları ücret erkeklerinkinin dörtte üçünün daha azı kadardır. Bunun temel sebebi “vazgeçilmez” olan işlerin kadınlara ücretsiz olarak dayatılması ve bu işlerin değersizleştirilmesidir. İkinci sebebi ise kadınların bu sayede erkeklere bağımlı kılınmasının sağlanmasıdır. Çünkü kadınlara -ücretli bir işte çalışmadıkları takdirde- “kocalarının getirdiği parayı harcarken çalışmadıkları için asalak oldukları hissettirilir.” Bu da daha fazla suçluluk ve bağımlılığın getiricisi olur.

Unutulmaması gereken şey şudur: “Kadınlık, kârın ve kârı koruyup artırmak için yapılan” işlerin tam merkezinde durur. Dolayısıyla kadınların yaptıkları işler hayatı durduracak kadar merkezidir. Bu nedenle ev işi ücretlendirilmelidir. Ev işinin ücretlendirilmesi, kadının erkekten bağımsız olması anlamına gelir. Bu nedenle kadınlar dışarıda çalışmasa bile evde yaptıkları işlerin ücretlendirilmesi gerekir. Bu sayede kadınlar karar verme hakkına (ne zaman, nerede çalışacağına; nerede yaşayacağına; hangi koşullarda, kimden çocuk sahibi olacağına vs.) yani özgürlüklerine sahip olacakları gibi yaptıkları işlerin görünürlüğü de sağlanır.

Not: Yazıda geçen veriler, bahsi geçen kitaptan alıntılanmıştır.

Cinsiyet Sınıf Irk: Kadınlardan Yeni Bir Perspektif 
çev. Ayşan Sönmez, Sezgin Gündoğan
İstanbul: BGST Yayınları
2010
370 s.