İktidar, en adil yasayı yürürlüğe koymak için mi yoksa kendi
çıkarlarını gözetmek için mi çabalar? Demokratik olarak seçilenlerin
koyduğu kurallar -Hobbes’in deyişiyle- “mutlak güç” olarak mı kabul
edilmelidir? Bireyler, iktidar “en iyi seçimleri” yapabilir ümidiyle
yaşayıp İsa’nın emrine uyarak “bir yanağına tokat atıldığında diğer
yanağını da uzatmalı” mıdır? Paternalist bir tavırla “Ben ‘bunların’ ya
da onların çıkarlarını düşündüğüm için özgürlüklerini kısıtlayabilirim.”
diyen bir muktedirin “demokrasi” kisvesi altına gizlenerek oluşturduğu
yasa, adil olsun olmasın bu yasayı –pozitif hukukçular gibi- bir tabu
olarak kabul edip ona tapmak mı gerekir? Yoksa yasanın adil olup
olmadığını sorgulayarak onun işleyişindeki aksaklıkları gözler önüne mi
sermelidir? Özetle Henry David Thoreau’nun “Gerçeğin saf kaynağını
tanımayan ve akıntıya karşı yürüyüp, kaynağını aramayanlar, İncil ya da
anayasalara takılıp kalıyor, riayet ve huşu ile kendi kaynaklarından
içmekle yetiniyorlar. Oysa gerçeğin ince bir sızıntı olarak gelip bu
göle ya da gölete döküldüğünü fark edenler, paçalarını bir kez daha
sıvıyor ve gerçeğin kaynağına doğru yürümeye devam ediyorlar.” sözünden
yola çıkarak kendi kaynaklarını içmekle yetinenlere itaat etmek mi yoksa
gerçeğin kaynağına yürümek için mücadele etmek mi gerekir?
Tüm bu soruların yanıtının uğrayacağı iki yol vardır: Birincisi
“salla başı al maaşı” mantığıyla sistemin çarklarından hatta çarkın
dişlilerinden biri olmayı kabul ederek adil olmayan yasaları
kabullenmekten, ikincisi ise bireylerin “omlet yapmak için kırılması
gereken yumurtalar” olmadıklarını muktedire hatırlatmaktan geçer.
Birinci yol kısa ve kolaydır, ikinci yol çetrefilli olsa da gerçeğin
kaynağına ulaşmayı hedeflediği için girilmeye değerdir. Yasa
oluşturulurken “düzenleyicilik” ilkesini bir kenara atıp hiç kimseyi
düşünmeden kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başlayan bir
iktidarın sorgulanma vakti gelmiş demektir. Adaletsizliği sorgulamak
pasif direnişle ya da başka bir deyişle sivil itaatsizlikle mümkündür.
Sivil itaatsizlik, “demokratik” olarak adlandırılabilecek
toplumlarda, adaletsizliklere ya da hukuk düzeninin bozulmuş olma
tehlikesine karşı yasal imkânların çare olmadığı durumlarda başvurulan
ve yasanın adil bir biçimde işlemesini amaçlayan direniş biçimidir.
İnsanların sahip oldukları vicdanı, kamusal bir şekilde bütünleştirerek,
adalet duygusunu hatırlatmayı amaçlar. Çünkü birey adil yaşam
beklentisi içinde hukuk kurallarının demokratik bir şekilde
uygulanmasından yanadır. Muktedirin amacı bireylerin taleplerini
karşılamaktır. Bu durumda sadece bir kesimin/grubun talepleri değil
herkesin talepleri ele alınmalıdır. Sadece belli bir grup muhatap
alındığında ortaya çıkan adaletsizlik karşısında kendini savunma hakkı
göz ardı edilemez. Yasalara başvurarak sorunların
çözülemediği/çözülmediği noktada muktedirin ve kamuoyunun dikkatini
çekmenin yolu sivil itaatsizlikten geçer.
Sivil itaatsizlik yasaları bozmayı, sistemi yerle bir etmeyi ya da
kaos yaratmayı amaçlamaz. Amaç emre itaat etmesi beklenen bireylere
yurttaş olduğunu hatırlatmak ve kamu yararını gözeten ortak bir adalete
ulaşmaktır. Dolayısıyla yıkıcı değil düzenleyici bir etkisi vardır.
Amaçları açısından ele alındığında da olumsuz sonuçlar doğurmayacağı
aksine yasaların düzenlenmesi, adil olanla olmayan arasında ayrım
yapılabilmesi gibi nedenlerle olumlu anlamda dönüştürücü bir etkisi
olduğu söylenebilir. Bu nedenle bir sivil itaatsizlik eyleminin “kamusal
görünürlüğü” önemlidir.
Kamusal görünürlük, sivil itaatsizlik eylemlerinin kamu önünde
gerçekleştirilmesi ve/veya kamuya medya araçları aracılığıyla yayılması
ile mümkündür. Bir sivil itaatsizlik eyleminin amacı, haksızlığa karşı
gelerek kamuoyu vicdanını ve iktidarı rahatsız etmek olduğundan eylemin
görünür olması önemlidir. Bu süreçte iktidarın elindeki araçlarla
eylemleri gizlemeye çalışması ya da çarpıtması olasıdır. Çünkü aleni
olmayan bir eylem, amacına ulaşmakta güçlük çeker. Sokrates’in mağara
metaforunda olduğu gibi aleni olmayan ya da muktedirin eliyle
gizlenen/çarpıtılan bilgi önyargılar oluşturur. Önyargıları önlemenin
yolu kamusal görünürlük sağlamaktan geçer. Bu da sivil itaatsizlik
eylemleri ile ilgili dezenformasyon yaratamayacak medya araçları ya da
toplumsal pratik ile mümkündür. Adaletin gerçekleşmesi için yasa
koyucuların keyfini beklemeyen bireyler bu sayede birbirinden haberdar
olur, adaletsizliğe karşı bir araya gelir ve gerçeğin bilgisini yaymak
için çabalar. Bu da sivil itaatsizlik eylemlerinin örgütlenmeyi
sağladığını gösterir.
Adalet arayışındaki bireylerin bir araya gelmesini hazmedemeyen
iktidar, sivil itaatsizlik eylemlerini cezalandırarak engellemeyi dener.
Ancak bu cezalarla korku salmayı ve örgütlenmeyi önleme amacındaki
muktedirin göz ardı ettiği bir şey vardır. Sivil itaatsizlik yasaları
bozmayı değil aksine yasaların adil bir şekilde işlemesini amaçlar. Bu
nedenle eylemler yasadışı olarak görünse de aslında meşrudur. Çünkü
yasalar adil olan için bilinçli olarak ihlal edilmiştir ve asıl amaç
kaos değil yasanın da amacı olan düzendir. Bu meşru yasadışılık, daha
adil bir siyasal yapının oluşmasını sağlayan düzeltici/düzenleyici
işlevi ile çoğunlukçu değil çoğulcu bir siyasetin de yolu açar.
Şimdi yarısını yaylıların, diğer yarısını vurmalı ve üflemeli
çalgıların oluşturduğu bir orkestra bir de sadece yaylı çalgıların hangi
notadan basarsa bassın aynı sesi çıkarmasını ve vurmalı ve üflemeliler
ile hiçbir iletişim kurmadan orkestrada sessizce oturmalarını isteyen
bir orkestra şefi düşünün. Şef, sadece yaylı çalgıların tınılarını huşu
içinde dinler. Fakat bir süre sonra öylece bekleyen ve bambaşka seslere
sahip olan timpani, zil, davul, çan, piyano gibi vurmalılar; flüt, obua,
klarnet, fagot gibi tahta üflemeliler ve korno, trompet, trombon, tuba
gibi bakır üflemeli çalgılar ortak akılla harekete geçerek yeni bir
kompozisyonu çalmaya başlar. Orkestra şefinin haksız bir dağılımla
oluşturduğu kompozisyonun dışında sesler çıkaran müzisyenlerin bu
itaatsizliği, adaletsizliği ortaya çıkarmayı sağlar. Bu durum iktidar
için de aynı şekilde işler. Sadece hoşuna giden sesleri kaile almak
totaliter bir anlayışın üründür. Dolayısıyla muktedir, sadece onu
seçmişlerin değil toplumun tamamının sesine kulak vermek zorundadır.
Çünkü devlet iktidarın temellerini attığı ve kendi idealleri
aracılığıyla oluşturduğu bir ütopya değildir. Bu nedenle sorunlar
muktedirin çözümleri üzerinden değil bireylerin taleplerinin
karşılanmasıyla çözülmelidir. Talepleri karşılamak yerine talepleri
sindirme yoluna gitmek muktediri güçsüzleştirir ve gülünçleştirir.
Birey, para atıldığında başını sallayan bir otomat değildir. Bu
nedenle bir toplumdaki bireylerin “özgürlüğünü gözetmek” ve “adaleti
sağlamak” amacıyla yapılan her türlü düzenlemenin bir sınırı vardır.
Yasalar, halkın çıkarını gözetmek yerine muktedirin ve sesteşlerinin
çıkarını gözetmeye başladığında sesteş olmayanların varlığını
hatırlatmak için itaatsizlik kaçınılmazdır. Çünkü mesele üç-beş ağaçtan
fazlasıdır.