8 Temmuz 2013 Pazartesi

Birey Bir Otomat Mıdır?

İktidar, en adil yasayı yürürlüğe koymak için mi yoksa kendi çıkarlarını gözetmek için mi çabalar? Demokratik olarak seçilenlerin koyduğu kurallar -Hobbes’in deyişiyle- “mutlak güç” olarak mı kabul edilmelidir? Bireyler, iktidar “en iyi seçimleri” yapabilir ümidiyle yaşayıp İsa’nın emrine uyarak “bir yanağına tokat atıldığında diğer yanağını da uzatmalı” mıdır? Paternalist bir tavırla “Ben ‘bunların’ ya da onların çıkarlarını düşündüğüm için özgürlüklerini kısıtlayabilirim.” diyen bir muktedirin “demokrasi” kisvesi altına gizlenerek oluşturduğu yasa, adil olsun olmasın bu yasayı –pozitif hukukçular gibi- bir tabu olarak kabul edip ona tapmak mı gerekir? Yoksa yasanın adil olup olmadığını sorgulayarak onun işleyişindeki aksaklıkları gözler önüne mi sermelidir? Özetle Henry David Thoreau’nun “Gerçeğin saf kaynağını tanımayan ve akıntıya karşı yürüyüp, kaynağını aramayanlar, İncil ya da anayasalara takılıp kalıyor, riayet ve huşu ile kendi kaynaklarından içmekle yetiniyorlar. Oysa gerçeğin ince bir sızıntı olarak gelip bu göle ya da gölete döküldüğünü fark edenler, paçalarını bir kez daha sıvıyor ve gerçeğin kaynağına doğru yürümeye devam ediyorlar.” sözünden yola çıkarak kendi kaynaklarını içmekle yetinenlere itaat etmek mi yoksa gerçeğin kaynağına yürümek için mücadele etmek mi gerekir?

Tüm bu soruların yanıtının uğrayacağı iki yol vardır: Birincisi “salla başı al maaşı” mantığıyla sistemin çarklarından hatta çarkın dişlilerinden biri olmayı kabul ederek adil olmayan yasaları kabullenmekten, ikincisi ise bireylerin “omlet yapmak için kırılması gereken yumurtalar” olmadıklarını muktedire hatırlatmaktan geçer. Birinci yol kısa ve kolaydır, ikinci yol çetrefilli olsa da gerçeğin kaynağına ulaşmayı hedeflediği için girilmeye değerdir. Yasa oluşturulurken “düzenleyicilik” ilkesini bir kenara atıp hiç kimseyi düşünmeden kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başlayan bir iktidarın sorgulanma vakti gelmiş demektir. Adaletsizliği sorgulamak pasif direnişle ya da başka bir deyişle sivil itaatsizlikle mümkündür.

Sivil itaatsizlik, “demokratik” olarak adlandırılabilecek toplumlarda, adaletsizliklere ya da hukuk düzeninin bozulmuş olma tehlikesine karşı yasal imkânların çare olmadığı durumlarda başvurulan ve yasanın adil bir biçimde işlemesini amaçlayan direniş biçimidir. İnsanların sahip oldukları vicdanı, kamusal bir şekilde bütünleştirerek, adalet duygusunu hatırlatmayı amaçlar. Çünkü birey adil yaşam beklentisi içinde hukuk kurallarının demokratik bir şekilde uygulanmasından yanadır. Muktedirin amacı bireylerin taleplerini karşılamaktır. Bu durumda sadece bir kesimin/grubun talepleri değil herkesin talepleri ele alınmalıdır. Sadece belli bir grup muhatap alındığında ortaya çıkan adaletsizlik karşısında kendini savunma hakkı göz ardı edilemez. Yasalara başvurarak sorunların çözülemediği/çözülmediği noktada muktedirin ve kamuoyunun dikkatini çekmenin yolu sivil itaatsizlikten geçer.

Sivil itaatsizlik yasaları bozmayı, sistemi yerle bir etmeyi ya da kaos yaratmayı amaçlamaz. Amaç emre itaat etmesi beklenen bireylere yurttaş olduğunu hatırlatmak ve kamu yararını gözeten ortak bir adalete ulaşmaktır. Dolayısıyla yıkıcı değil düzenleyici bir etkisi vardır. Amaçları açısından ele alındığında da olumsuz sonuçlar doğurmayacağı aksine yasaların düzenlenmesi, adil olanla olmayan arasında ayrım yapılabilmesi gibi nedenlerle olumlu anlamda dönüştürücü bir etkisi olduğu söylenebilir. Bu nedenle bir sivil itaatsizlik eyleminin “kamusal görünürlüğü” önemlidir.

Kamusal görünürlük, sivil itaatsizlik eylemlerinin kamu önünde gerçekleştirilmesi ve/veya kamuya medya araçları aracılığıyla yayılması ile mümkündür. Bir sivil itaatsizlik eyleminin amacı, haksızlığa karşı gelerek kamuoyu vicdanını ve iktidarı rahatsız etmek olduğundan eylemin görünür olması önemlidir. Bu süreçte iktidarın elindeki araçlarla eylemleri gizlemeye çalışması ya da çarpıtması olasıdır. Çünkü aleni olmayan bir eylem, amacına ulaşmakta güçlük çeker. Sokrates’in mağara metaforunda olduğu gibi aleni olmayan ya da muktedirin eliyle gizlenen/çarpıtılan bilgi önyargılar oluşturur. Önyargıları önlemenin yolu kamusal görünürlük sağlamaktan geçer. Bu da sivil itaatsizlik eylemleri ile ilgili dezenformasyon yaratamayacak medya araçları ya da toplumsal pratik ile mümkündür. Adaletin gerçekleşmesi için yasa koyucuların keyfini beklemeyen bireyler bu sayede birbirinden haberdar olur, adaletsizliğe karşı bir araya gelir ve gerçeğin bilgisini yaymak için çabalar. Bu da sivil itaatsizlik eylemlerinin örgütlenmeyi sağladığını gösterir.

Adalet arayışındaki bireylerin bir araya gelmesini hazmedemeyen iktidar, sivil itaatsizlik eylemlerini cezalandırarak engellemeyi dener. Ancak bu cezalarla korku salmayı ve örgütlenmeyi önleme amacındaki muktedirin göz ardı ettiği bir şey vardır. Sivil itaatsizlik yasaları bozmayı değil aksine yasaların adil bir şekilde işlemesini amaçlar. Bu nedenle eylemler yasadışı olarak görünse de aslında meşrudur. Çünkü yasalar adil olan için bilinçli olarak ihlal edilmiştir ve asıl amaç kaos değil yasanın da amacı olan düzendir. Bu meşru yasadışılık, daha adil bir siyasal yapının oluşmasını sağlayan düzeltici/düzenleyici işlevi ile çoğunlukçu değil çoğulcu bir siyasetin de yolu açar.

Şimdi yarısını yaylıların, diğer yarısını vurmalı ve üflemeli çalgıların oluşturduğu bir orkestra bir de sadece yaylı çalgıların hangi notadan basarsa bassın aynı sesi çıkarmasını ve vurmalı ve üflemeliler ile hiçbir iletişim kurmadan orkestrada sessizce oturmalarını isteyen bir orkestra şefi düşünün. Şef, sadece yaylı çalgıların tınılarını huşu içinde dinler. Fakat bir süre sonra öylece bekleyen ve bambaşka seslere sahip olan timpani, zil, davul, çan, piyano gibi vurmalılar; flüt, obua, klarnet, fagot gibi tahta üflemeliler ve korno, trompet, trombon, tuba gibi bakır üflemeli çalgılar ortak akılla harekete geçerek yeni bir kompozisyonu çalmaya başlar. Orkestra şefinin haksız bir dağılımla oluşturduğu kompozisyonun dışında sesler çıkaran müzisyenlerin bu itaatsizliği, adaletsizliği ortaya çıkarmayı sağlar. Bu durum iktidar için de aynı şekilde işler. Sadece hoşuna giden sesleri kaile almak totaliter bir anlayışın üründür. Dolayısıyla muktedir, sadece onu seçmişlerin değil toplumun tamamının sesine kulak vermek zorundadır. Çünkü devlet iktidarın temellerini attığı ve kendi idealleri aracılığıyla oluşturduğu bir ütopya değildir. Bu nedenle sorunlar muktedirin çözümleri üzerinden değil bireylerin taleplerinin karşılanmasıyla çözülmelidir. Talepleri karşılamak yerine talepleri sindirme yoluna gitmek muktediri güçsüzleştirir ve gülünçleştirir.

Birey, para atıldığında başını sallayan bir otomat değildir. Bu nedenle bir toplumdaki bireylerin “özgürlüğünü gözetmek” ve “adaleti sağlamak” amacıyla yapılan her türlü düzenlemenin bir sınırı vardır. Yasalar, halkın çıkarını gözetmek yerine muktedirin ve sesteşlerinin çıkarını gözetmeye başladığında sesteş olmayanların varlığını hatırlatmak için itaatsizlik kaçınılmazdır. Çünkü mesele üç-beş ağaçtan fazlasıdır.


3 Temmuz 2013 Çarşamba

'Bütün Gün Ne Yaptın?'

Bir adam eve gelir ve evdeki kadına (eşine/annesine vs.) söylenmeye başlar: “Yemek hazır değil mi?”, “İşler hala bitmedi mi?”, “Bu evin hali ne?” ya da özetle “Bütün gün ne yaptın?” Kadın bu sorunun cevabını vermek istese de bütün gün çalıştığını söyleyemez. Çünkü bunu kanıtlayacak parası yoktur. Oysa kadın bütün gün çalışır, o anlamsız soruyu soran adamdan daha çok çalışır ve yeniden üretimin sürekliliği için üretmeye devam eder. Buna rağmen dünyanın dört bir yanından erkek akılla kadına sorulan soru aynı: “Bütün gün ne yaptın?” Selma James, 1953-2005 yılları arasında kaleme aldığı yazılardan oluşan kitabında (Cinsiyet Sınıf Irk: Kadınlardan Yeni Bir Perspektif, çev. Ayşan Sönmez, Sezgin Gündoğan, İstanbul: BGST Yayınları, 2010) erkek akla bu sorunun yanıtını vermeye çalışır.

“Kadınlar dünyadaki işlerin üçte ikisini yapıyor.” Buna rağmen kadınların yaptığı işler ya ücretsiz ya da düşük ücretlerle ücretlendirilir. Bunun başlıca sebebi “ev kadınlığı” rolüdür.  Kültürel olarak dayatılan bu rolün barındırdığı emek, görmezden gelindiği gibi kişisel bir iş gibi gösterilerek değersizleştirilir. Bu değersizleştirmenin altında yatan neden açıktır. Her şey yeniden üretimin –kültürel kodlar aracılığıyla- ücretsiz olarak sağlanması içindir. Bu süreç şöyle gerçekleşir: “Rahimde geçen 9 aydan sonra beslenmeli, giydirilmeli, eğitilmeli, çalıştığında yatağı toplanmalı, evinin yerleri silinmeli, öğle yemeği hazırlanmalı, cinselliği tatmin edilmeyip dindirilmeli, gece vardiyasından döndüğünde yemeği hazır olmalıdır.” İşte bu tam olarak kadının yaptığı iştir –fakat kadının yaptığı işin tamamı değildir. İş gücünün üretimi kadının yaptığı işin yarısıdır. Bu işler kadının biyolojik rolünü yani doğurganlığı suiistimal edilerek gizlenir. Oysa doğurmak ve bu işleri yapmak arasında hiçbir bağlantı yoktur.

Kadınlar yaptıkları işler karşılığında “dünya gelirinin %5’ini, varlığının ise %1’ini elde ediyor.” Yani verilen emeğe rağmen “dünyanın en yoksulları”, kadınlar. Kadınlar sermayeye emek gücü sağlamak için harcadığı emek karşılığında hiçbir gelir elde edemezler. Oysa yeniden üretimi –kültürel rollerin dayatmasıyla olsa da- üstlenerek, sermayenin yaptığı yatırımları korurlar. Bunun yanı sıra üretime de katkıda bulunurlar. Dünya üzerindeki gıdanın yaklaşık yarısını üretir; formel iş gücünün üçte birini oluşturur; dünyadaki tüm sağlık hizmetinin toplamından daha fazla sağlık hizmeti sağlarlar. Buna rağmen en düşük ücretli işlerde istihdam edilirler. Erkeklerin iki katı kadar iş yapsalar da kadınların aldıkları ücret erkeklerinkinin dörtte üçünün daha azı kadardır. Bunun temel sebebi “vazgeçilmez” olan işlerin kadınlara ücretsiz olarak dayatılması ve bu işlerin değersizleştirilmesidir. İkinci sebebi ise kadınların bu sayede erkeklere bağımlı kılınmasının sağlanmasıdır. Çünkü kadınlara -ücretli bir işte çalışmadıkları takdirde- “kocalarının getirdiği parayı harcarken çalışmadıkları için asalak oldukları hissettirilir.” Bu da daha fazla suçluluk ve bağımlılığın getiricisi olur.

Unutulmaması gereken şey şudur: “Kadınlık, kârın ve kârı koruyup artırmak için yapılan” işlerin tam merkezinde durur. Dolayısıyla kadınların yaptıkları işler hayatı durduracak kadar merkezidir. Bu nedenle ev işi ücretlendirilmelidir. Ev işinin ücretlendirilmesi, kadının erkekten bağımsız olması anlamına gelir. Bu nedenle kadınlar dışarıda çalışmasa bile evde yaptıkları işlerin ücretlendirilmesi gerekir. Bu sayede kadınlar karar verme hakkına (ne zaman, nerede çalışacağına; nerede yaşayacağına; hangi koşullarda, kimden çocuk sahibi olacağına vs.) yani özgürlüklerine sahip olacakları gibi yaptıkları işlerin görünürlüğü de sağlanır.

Not: Yazıda geçen veriler, bahsi geçen kitaptan alıntılanmıştır.

Cinsiyet Sınıf Irk: Kadınlardan Yeni Bir Perspektif 
çev. Ayşan Sönmez, Sezgin Gündoğan
İstanbul: BGST Yayınları
2010
370 s.