12 Mayıs 2013 Pazar

Anneler Günü Zımbırtıları

İkinci Dünya Savaşı sırasında askere giden erkeklerin yerini “ucuz iş gücü” olarak kadınlar alır. Kadınlar aktif çalışma hayatına atılırken onlar için belirlenmiş “kutsal” mekândan, evlerinden uzaklaşma şansı yakalarlar. Savaş sonrası, erkeklerin evlerine ve üretime dönmesiyle kadınların çalışması yeniden üretime vurulan bir darbe olarak görülür. Kadınların evlerine gönderilmeleri/kapatılmaları için yeni politikalar izlenir –ki yeniden üretim ve üretim zeval bulmasın. Bu süreçten sonra bir kez daha –ve daha kalın çizgilerle- cinsiyetçi iş bölümünün sınırları çizilir.  Dolayısıyla kadın tekrar anneliğe, bakım emeğine ve ev işlerine yönlendirilir.

Zaman içinde kadınlar kendi özgürlüklerini elde etmeyi, etraflarına örülen duvarları yıkmayı ve bir birey olarak ayakları üzerinde durmayı başarırken “üretim aşkı” ile yanıp tutuşan sistem, kadını yeniden üretime hapsetmek için çabalar. Bunu yaparken “toplumsallaşmayı” neyin, nasıl üretileceğini/tüketileceğini yayarak/öğreterek/içselleştirerek/dayatarak bilinçaltına yerleştiren bir güçten; medyadan yararlanır. Var oluşunu tüketimle açıklama çabasında olan modern birey başkalarının onu nasıl gördüğü sorunsalı ile cebelleştiği için “kültürel üretimin vazgeçilmez parçası” haline gelen medyanın her türlü tuzağına düşmeye hazırdır.

Toplumsal davranışların yönlendiricisi, reklamlar bu tuzaklardan biridir. Reklamlar aracılığıyla zihnimize kazınan roller kişileri konumlandıran/belirleyen bir pozisyonda bulunur. Dolayısıyla reklamlar aracılığıyla “standart/normal” olanın ne olduğunu öğrenmeye başlar, öte yandan mevcut güç ilişkileri hakkında fikir sahibi oluruz. Bu noktada bir pazarlama aracı haline gelen cinsiyet mefhumu ön plana çıkar. Çünkü üretim ve yeniden üretim üzerinden kurulan güç dengesi ancak “standart cinsiyet rolleri” ile süreklilik kazanabilir. Bu nedenle bu rollerin reklamlar aracılığıyla bilinçaltına yerleştirilmesi farz haline gelir.

Daha doğmadan renkler aracılığıyla belirlenen kadın ve erkeklik, daha sonra gözlemlerimiz, ders kitapları, televizyon dizileri/filmleri, reklamlar vs. aracılığıyla benimsetilir. Kadınlar yeniden üretimin sağlayıcısı olarak henüz çocukken ellerine tutuşturulan bebekle “küçük anne” olmaya, erkekler üretimden sorumlu olarak küçük bir çantayla işe/para kazanmaya/eve emek getirmeye alıştırılırlar. Bu sayede “standart” rollerin kurulmasında sağlam temeller atılmış olur. Bundan sonrası sürekliliği/devamlılığı sağlamakla ilgilidir. Bunun için de reklamlar biçilmiş kaftandır (Çünkü reklamlar bir yandan rollerin devamlılığını sağlarken, öte yandan tüketimi hızlandırarak üretimi ve yeniden üretimi sağlar).

Reklamlarda kadınlar özellikle geleneksel rolleri ile ön plana çıkar. Daha açık bir deyişle eğer kadın bedeniyle ön plana çıkmıyorsa geleneksel rolü ile yani anneliği/ev kadınlığı rolüyle sahnededir. Bu nedenle reklamlarda geleneksel rollere sıkıştırılmış kadınlar bulaşık yıkayan, ütü yapan, evi temizleyen, yemek pişiren evinin tertemiz olması ve tüm işlerin bitmesi gibi “kutsal amaçlar”la neredeyse bir robot haline gelmiş “biyonik yaratıklar”dır. Üstüne üstlük tüm bu görevleri yaparken hallerinden son derece “memnun”durlar. Çünkü karşılıksız/ücretsiz ev emeği göze batarken kendini gerçekleştirmek için asla vakit bulamayan ve aslında tükenen kadınlar bunu çocuklarını/eşlerini/yakınlarını “sevdikleri” için yaparlar. Bu madalyonun görünen/gösterilmek istenen yüzü. Peki, ya görünmeyen/göz ardı edilen/gizlenen yüzde neler var? Bunu anneler günü için yapılmış reklamlar aracılığıyla anlatmak durumun somut bir şekilde açığa çıkmasına yarayacaktır.

Bu kez, geleneksel olarak erkeklere atfedilmiş teknolojinin bulunduğu bir alandayız. Teknoloji-marketler kadınlara hitap edebilmenin yolunu sadece küçük ev aletleri ve beyaz eşyalar üzerinden sürdürürken birkaç “cin fikirli” bunu annelik üzerinden sürdürüyor. Aynı gün yayımlanan ve aynı ana fikirle yola çıkmış iki reklam filmi de “son teknoloji” anneleri konu ediniyor. Çocuğunu bekleyen, yemek hazırlayan, evi temizleyen, evde tedavi eden, ütü yapan, yemek hazırlayan, çocuğunu “tehlikelerden koruyan”, onun derdini dinleyen bir kadın/anne teknolojik ürünlerin özellikleri ile ya da sosyal medya araçları ile özdeşleştiriliyor. Böylece annelerin ne kadar vefakâr/fedakâr/cefakâr ve bilumum biyonik özellikte olduğu/olması gerektiği dayatılıyor/bilinçaltına yerleştiriliyor. Anne ise tüm bu son teknolojik özellikleri gösterirken yüzünde “Hepsini evladımı sevdiğim için yapıyorum.” der gibi sevecen bir ifadeye sahip. Yani kadın, yeniden üretimi sağlamak için kendini adarken son derece mutlu görünerek “son teknoloji” haline ulaşıyor. Tüm bunları yaparken evde olduğunu da bir kez daha hatırlatmakta fayda var.

Oysa kadın şefkat, sevecenlik, güven, sevgi, aşk kavramları aracılığıyla ev içi emeğe sıkıştırılıyor. Yaptığı iş ücretsiz olduğu için değersiz gösteriliyor. Çoğu zaman tüm güne yayılan mesaisiyle, gece vardiyalarıyla, sabah-akşam tatil yapmadan çalışıyor. Tüm bunlara karşılık sosyal güvenlik hizmetlerinden yararlanmak için bir eşe/babaya/erkeğe bağımlı olmak zorunda kalıyor ve asla emeklilik hizmetinden yararlanamıyor.

Madem annelerin bu kadar çok şeyi bir anda yapabildikleri ortada öyleyse bunun ücretlendirilmesi gerekmiyor mu? Madem annelik bu kadar yorucu çocuk yapmayı teşvik eden politikalar yerine ev içi emeği ücretlendirmek için yeni politikalar üretmek gerekmiyor mu? Madem anneler bu kadar çok şeyi bir arada yaptığı bu kadar ortada bunun için gerçek bir iş bölümü gerekmiyor mu? Madem annelik bu kadar zor, kadınların geleceğinin güvence altına alınması için sosyal hizmetlerden faydalanması gerekmiyor mu? Artık kadının sevecen anne rolü yerine kadın olarak kendini inşa etmesini kolaylaştırmak; esnek olmayan, güvenceli işlere istihdam edilmesi gerekmiyor mu? Ve madem “anneler günü” diye bir gün var, kadını yok eden kapitalist politikalar yerine tüm kadınların isyanın dile geldiği feminizme dayanmak gerekmiyor mu?

5 Mayıs 2013 Pazar

Ertesi Gün

Her gün aynı saatte işten çıkar; aynı saatte otobüse biner; aynı saatte otobüsten iner; aynı saatte, aynı insanlarla her gün yürüdüğü yolu yürür ve aynı saatte eve girip aynı saatte hol aydınlansın diye elektrik düğmesine basardı. Eve geldiğinde günün bitmesine birkaç saat kalırdı. Hep yorgun olurdu. Üzerine sinen yorgunluğun aynısını eve de sindiğini düşünürdü. Bu yüzden evin kokusunu hiç sevmezdi; çünkü bu evin onun için tek anlamı “ertesi gün”dü. Ertesi iş günü için yaptığı hazırlıkların mekânıydı burası. Öyle bir rutinin içinde dönüyordu ki hayatı, bu süreçte sıkılacak vakti bile olmazdı. Eve geldikten sonra işin yorgunluğunu atmak için dinlenir, ertesi güne dinç uyanmak isterdi. Sonra ertesi gün güzel kokmak için duş alır ve ertesi gün işte gözler kapanmasın diye gün sonu yapar; uyurdu. Hayatı tek bir şeye odaklanmıştı; o şey de ertesi gündü.

Ertesi gün olduğunda bir yandan çalışır bir yandan da eve gitmenin hayalini kurardı. Hiçbir zaman iş çıkışı bir şeyler yapmayı planlamazdı. Çünkü her türlü etkinlik ya ateş pahasıydı ya da ertesi güne hazırlıklarını aksatacak kadar zamanını alacaktı. Kimi zaman işten yorulup şöyle bir, dünyada ne olup bittiğine bakayım derken patronu onlara yoklama çekmeye gelir o da hemen iş yapıyormuş gibi görünmek için çabalardı. Ona verilen parayı hak etmesi gerektiğini, aldığı paranın işte geçirdiği her saniyeyi satın aldığını ve işte geçen her saniyenin çalışarak geçmesi gerektiğini düşünürdü. Patronunun verdiği paraya karşılık tüm hayatını sattığının farkına varmazdı.

Her cuma, işten dönerken cumartesi için bir şeyler yapmanın hayalini kurar ama cuma bitip cumartesi başladığında hiçbir şey yapmazdı. Önceki günün yorgunluğundan arınmak için geç saatlere kadar uyur sonra şuursuzca uyanıp televizyonun düğmesine basıp öylece boşluğa bakar gibi, anlamsızca televizyona bakardı. Çoğu zaman yorgunluktan ne izlediğinin farkında bile olmazdı. Ama televizyonun açık olması onu rahatlatırdı. Televizyon sayesinde yaşadıklarının dışında bir yol olduğunu anlardı. Buna rağmen hiçbir zaman televizyonda izlediklerinin hayatına özenmezdi. Payına düşeni kabullenir bundan fazlasını istemeyi aklına bile getirmezdi. Pazar günüyse yine ertesi gün hazırlıkları başlardı. Ertesi gün için giyeceklerini yıkar, ütüler bir askıya asardı. Bir de evi temizlerdi ki ertesi gün işten döndüğünde bir sonraki güne daha rahat dinlenebilsindi.

Pazartesi başladığında bir önceki haftayı düşünür; bir an tüm hayatını üç kuruşa sattığını aklından geçirirdi. Sonra bunu bilmesine rağmen her gün aynı saatte evden çıkar; aynı saatte, aynı insanlarla durağa giden yolu yürür, aynı saatte otobüse biner, aynı saatte otobüsten iner, aynı saatte ofise girer, aynı saatte masa başına geçer bilgisayarı açar ve işe koyulurdu. Tüm gün hasretini çektiği tek şeyse eve gidip ertesi gün için dinlenmekten başka bir şey değildi.

http://kulturlukedi.wordpress.com/2013/05/24/oyku-ertesi-gun/

3 Mayıs 2013 Cuma

Modern Dünyada Bir Felaket



Modern hayatın getirilerinin yanında insanlardan aldığı/eksilttiği bir dolu şey vardır. Bunlar kimi zaman evrensel olarak görülürken kimi zaman herkesi ilgilendirdiği hâlde kişisel olarak görünür. Bu da modernizmin cilvelerinden biri olsa gerek. Bunun bir adım ötesine geçildiğinde ise “-mış gibi” yaşanan kimi zaman hak edilmediği hâlde orada öylece duran hayatlar çıkar karşımıza. Sinan, bu “-mış gibi” yaşamın içinde kendini ve çevresini sorgulayan fakat bunda gerçek anlamda başarılı olamayan yer yer günümüzün Aylak Adam'ı hâline gelen, yer yer Kafka’nın Gregor Samsa’sının böcekleşmiş hayatını yaşayamadığı için hayıflanan, “hiç kimseyi ilgilendirmeyen kişisel bir felaket”in sahibi.

Bu hiç kimseyi ilgilendirmeyen felaket, aslında felaket olduğu hâlde modern dünyanın karmaşasında bireyin fark etmeden geçip gittiği artık “sıradan” olarak görülen her şey. Sinan’ın yaşadığı felaketler çok sıkıntılı görünmese de bir boşluğun içinde debelenen anti-kahramanla empati kurulduğunda yoğunlukla hissedilebiliyor. Annesi, anneannesi, ablası, Vehbi, Meryem, Leyla, Sadık Barış, Can, Murat, Ahmet, Maya, Mahir Bey ya da gençler… Hiçbiri Sinan’ın yaşadığı felaketin farkında olmadan veya onunla empati kuramadan yoldan hızla geçen bir arabanın yol kenarındaki hayatlarda ne yaşandığını bilmediği/görmediği gibi yaşıyorlar.

Sinan’ın yaşadıklarının bir örgüsü ya da örüntüsü yok ya da daha doğru bir deyişle bir önemi yok. Çünkü Sinan’ın içinde bulunduğu dünyada yaşayanların bir yere varmak gibi derdi yok. Akıp giden hayatta sadece nefes almış olmanın ve kendine sunulanın içinde sürüklenmenin yeterli olduğunu düşünüyorlar. Hayatı performans sergileyen bir oyuncuyu izler gibi yüzeysel yaşayarak onlara sunulanın “keyfine bakmakla” yetiniyorlar. Olan bitenin kimseyi ilgilendirmemesi ise Sinan’ın kişisel felaketi hâline geliyor.

Romanın henüz girişinde bile Sinan bu hâlini şöyle tanımlıyor: “Hep zayıf oldum. Çok zayıf. İncecik. Karaktersiz. Silik. Gölgede. Tedirgin. Takipte. Bilemez. Sessizce sinirli. Hep arkadan geldim. İkinci. Gümüş madalya. Aynı bugünkü gibi.” Uzun zamandır bir makale üzerinde çalışan ve kendi için bir amacı yokmuş gibi görünen fakat günümüz insanını tanımlayan bu romanda kimi cümlelerde kendinizden çok şey bulurken kimi zaman Sinan’ın yarattığı farkındalıktan rahatsızlık duyuyorsunuz. Bu rahatsızlığı hissetmediğinizde ise Sinan’ı kendi felaketiyle baş başa bırakıyorsunuz.

Hiç Kimseyi İlgilendirmeyen Kişisel Bir Felaket, yalın bir üslupla yazılmışsa da Sait Faik, Sabahattin Ali, Haldun Taner, Nezihe Meriç, Tomris Uyar, Erdal Öz’ün öykülerinin verdiği tadı vermiyor. Süreyyya Evren günümüzün kahramanı sayılabilecek anti kahramanı çizerken belki de artık her şeyin iyi bir tat veremediğinin farkında olmasından dolayı öyküye de en iyi tadı katamıyor. Evren, modern hayatın girdabında sürüklenen yeni bir “Aylak Adam”ı; kimi zaman herkesi aşağılayan bir tavır içinde yaşayan, kendi entelektüel dünyasından çıkamayan ya da çıkmak istemeyen, varoluşunu nihilizmle açıklayarak bir paradoks içinde yaşayan kimi zaman pesimist kimi zamansa kendine acıyan Sinan’ı anlatırken her şeyi o kadar iyi biliyor ki bu “bilgiçlik” yer yer sıkıcı oluyor. Metropol insanının taşra saflığına sahip olamamasının yapmacıklığını yaşatıyor. Belki de Evren, yaşadığımız bu yapmacıklığı bizzat yaşatmak için bunu yapıyor -ki eğer böyleyse gerçekten başarılı.
Hiç Kimseyi İlgilendirmeyen Kişisel Bir Felaket sürekli akıp giden hayata, “dur” diyemediği için hayıflanan fakat bunun için çok bir şey yapmayan, kimi zaman Oblomovvari bir üşengeçliği hissettiren, etrafında onca şey olup biterken sadece kendi yaşadığı hayata odaklanan ve bunu da sıradan bir şekilde yaşamayı kabullenen herkesin hikâyesi, yani modern insanın, yani bizim.

Hiç Kimseyi İlgilendirmeyen Kişisel Bir Felaket
Süreyyya Evren
İstanbul: Doğan Kitap, 2013.
172 s.