1830’larda
–Tocqueville tarafından- “servet ve görgü sahibi, kitlelerden yalıtılmış
burjuva beyefendileri”ni
tanımlayan kavram, birkaç yıl sonra İngiltere’de kapitalizmin kötü yanlarını
göstermek için “aşağılayıcı” bir nitelik olarak kullanılır. 19. yüzyılın
başlarında, liberal düşüncenin etkisiyle, bireyin özgürlüğü ile ilişkilendirilirken,
aynı yüzyılın sonlarına gelindiğinde sosyalizm ve komünizm gibi ortaklaşmacı
bir anlayışa sahip fikirlerle çelişen bir anlam içerir. Bunun sonucunda
yalıtılmış, yalnız bireylerle “yalıtılmış bireycilik” ortaya çıkar. Türkiye’de ise
1950’lerde “birey olmaya özendirme” ve “bireyleşmenin gelişmişlik düzeyi ile eş
tutulması” ile ön plana çıkarılır.
Bireycilik, -1990’lardan beri- bugünlerde, Alexis de Tocqueville’nin kavrama verdiği anlamdan biraz daha farklı/ derin bir anlamla kullanılıyor. Yeni Bireycilikte Küreselleşmenin etkileriyle birlikte bireylerin “hızlı ve çarpıcı” değişime ayak uydurma çabaları/ çırpınışları söz konusu. Elliott ve Lemert, yeni bireyciliği sürekli değişime ve buna bağlı olarak gelişen hızlı yaşamla ilişkilendiriyor. Yani bir yandan Tocqueville’nin tanımında olduğu gibi ortada yalıtılmış bir birey var. Fakat bu birey aynı zamanda küreselleşmenin etkilerinden de nasibini almış durumda. Elliott ve Lemert “yeni bilgi teknolojileri ve çokuluslu kapitalizmle” ilişkili olarak, günümüzde bireyciliği değiştiren nedenler üzerinde duruyorlar: Tüketim kültürünün sebep olduğu duygusal bedeller, özelleştirmeyle birlikte bireyin gittikçe daha çok bencilleşmesi, özgürlüğün sosyo-ekonomik düzeyle olan ilişkisi. Yeni bireycilik sadece hızlanan küreselleşmede, gelişen iletişim teknolojisinde, uluslararası seyahatlerin giderek kolaylaşmasında değil, insanların kültürel kozmopolitliğindedir. Bu nedenle Elliott ve Lemert için insanların yaptıkları ve bunlar için ödediği duygusal bedeller önemlidir.
Rousseau’nun ideal topluma ideal bireylerle ulaşma düşüncesinin yerini artık bireyciliğin aldığı görülüyor. Çağımızın sorunlarıyla (savaş, terör, ekonomik kriz vs.) uğraşan ya da uğraşmayan herkesin bir şekilde “küresel şiddet”le muhatap olduğu bir gerçek. Bu nedenle ideal toplum düşüncesi bir hayal gibi görünüyor. Çünkü içinde bulunulan şartlar/ sistem her geçen gün bireyselleşmeyi daha fazla dayatıyor. Değişim sürecindeki bireyin ulaşmak istediği özgürlük ise bir sorunun –düş mü gerçek mi- ardında gizleniyor.
Elliot ve Lemert, yeni bireycilik için kesin bir çözüm sunmasalar da –çünkü bu içinde bulunulan sistem açısından pek mümkün görünmüyor- yeni bireycilikte “sağ kalmak” için verilmesi gereken mücadeleden bahsediyorlar. Bunun için ortaya koydukları vaka incelemeleriyle; özel hayatlardan verdikleri örneklerle yeni bireyciliği etkisi altına almış olan küreselleşmenin etkilerinin bilinçaltında yarattığı etkiyi –psikanalizden yoluyla- açığa çıkarıyorlar.
Yeni bireycilik, küreselleşmenin yarattığı değişimin etkisiyle bireylerin duygusal bedeller ödemesine sebep oluyor. Bireyler de bu duruma karşı bir savunma mekanizması geliştiriyor: bireyler “agresif bir kendini gerçekleştirme mücadelesi” vermeye çalışarak etkilerden kurtulamasalar da/ bir çıkış yoluna ulaşamazlarsa da en azından yeni bireycilikte sağ kalmanın mücadelesi için çırpınıyorlar.
Bireycilik, -1990’lardan beri- bugünlerde, Alexis de Tocqueville’nin kavrama verdiği anlamdan biraz daha farklı/ derin bir anlamla kullanılıyor. Yeni Bireycilikte Küreselleşmenin etkileriyle birlikte bireylerin “hızlı ve çarpıcı” değişime ayak uydurma çabaları/ çırpınışları söz konusu. Elliott ve Lemert, yeni bireyciliği sürekli değişime ve buna bağlı olarak gelişen hızlı yaşamla ilişkilendiriyor. Yani bir yandan Tocqueville’nin tanımında olduğu gibi ortada yalıtılmış bir birey var. Fakat bu birey aynı zamanda küreselleşmenin etkilerinden de nasibini almış durumda. Elliott ve Lemert “yeni bilgi teknolojileri ve çokuluslu kapitalizmle” ilişkili olarak, günümüzde bireyciliği değiştiren nedenler üzerinde duruyorlar: Tüketim kültürünün sebep olduğu duygusal bedeller, özelleştirmeyle birlikte bireyin gittikçe daha çok bencilleşmesi, özgürlüğün sosyo-ekonomik düzeyle olan ilişkisi. Yeni bireycilik sadece hızlanan küreselleşmede, gelişen iletişim teknolojisinde, uluslararası seyahatlerin giderek kolaylaşmasında değil, insanların kültürel kozmopolitliğindedir. Bu nedenle Elliott ve Lemert için insanların yaptıkları ve bunlar için ödediği duygusal bedeller önemlidir.
Rousseau’nun ideal topluma ideal bireylerle ulaşma düşüncesinin yerini artık bireyciliğin aldığı görülüyor. Çağımızın sorunlarıyla (savaş, terör, ekonomik kriz vs.) uğraşan ya da uğraşmayan herkesin bir şekilde “küresel şiddet”le muhatap olduğu bir gerçek. Bu nedenle ideal toplum düşüncesi bir hayal gibi görünüyor. Çünkü içinde bulunulan şartlar/ sistem her geçen gün bireyselleşmeyi daha fazla dayatıyor. Değişim sürecindeki bireyin ulaşmak istediği özgürlük ise bir sorunun –düş mü gerçek mi- ardında gizleniyor.
Elliot ve Lemert, yeni bireycilik için kesin bir çözüm sunmasalar da –çünkü bu içinde bulunulan sistem açısından pek mümkün görünmüyor- yeni bireycilikte “sağ kalmak” için verilmesi gereken mücadeleden bahsediyorlar. Bunun için ortaya koydukları vaka incelemeleriyle; özel hayatlardan verdikleri örneklerle yeni bireyciliği etkisi altına almış olan küreselleşmenin etkilerinin bilinçaltında yarattığı etkiyi –psikanalizden yoluyla- açığa çıkarıyorlar.
Yeni bireycilik, küreselleşmenin yarattığı değişimin etkisiyle bireylerin duygusal bedeller ödemesine sebep oluyor. Bireyler de bu duruma karşı bir savunma mekanizması geliştiriyor: bireyler “agresif bir kendini gerçekleştirme mücadelesi” vermeye çalışarak etkilerden kurtulamasalar da/ bir çıkış yoluna ulaşamazlarsa da en azından yeni bireycilikte sağ kalmanın mücadelesi için çırpınıyorlar.
Anthony Elliott, Charlers Lemert
Yeni Bireycilik: Küreselleşmenin Duygusal
Bedelleri
çev. Başak Kıcır
İstanbul: Sel Yayıncılık, 2011
236s.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder