Henüz küçük yaşlarda kız
çocuklarına verilen oyuncak bebekler onlar için hoş görünse de aslında bu, zaman
geçtikçe çoğalacak bir tehlikenin ilk sinyalidir. Bu, kız çocuklarına
dayatılan, taşıdıkları potansiyel annelik duygusundan başka bir şey değil. Daha
küçük yaşlarında onlara anlatılmak istenen bir şey vardır: “Toplumsal cinsiyet
denilen şey seni anneliğe ‘mahkûm etti’, küçük kız. Büyüyeceksin ve o “kutsal”
mertebeye –anneliğe- ulaşacaksın.”
İktidar
politikalarının toplumsal cinsiyetle ilgili ürettiği/yinelediği her politika bu
duyguyu besler. Kız çocukları küçüklükten itibaren anneliğe alıştırılır ki
–zaten bir gün anne olacağından- durumu benimseyebilsin. Fakat bu durum aynı
zamanda onu eve bağlayan/köleleştiren ve onun bedeni üzerindeki –dış-
hâkimiyeti sağlayacak durumu beraberinde getirecektir. Çünkü iktidar, toplumsal
cinsiyet politikalarıyla, onları anneliğe alıştırmayı çoktan planlamıştır. Hazır
potansiyel varken alıştırmak gerekir: “Kadın = Anne”. Sahi, kadın demek anne mi
demek?
Toplumsal
cinsiyet kadını, bedeni ve biyolojik potansiyeli ile özdeşleştirir ve her
kadının, kadın olmasından dolayı, annelik arzusu ile doğduğunu varsayar. Yani
kadını annelik özelliği ile inşa eder. Oysa kadın için annelik olgusu toplumsal
cinsiyet rolünün belirlediği gibi bir “doğal durum” değil, bir seçimdir. Bu
seçim kadın için ona dayatılan rollerden çıkabilmenin ön koşuludur. Fakat
“doğal durum” olarak algılanan/algılatılan bu zorunlu histen arınmak çok da kolay
görünmemektedir. Bunun sebebi ise toplumsal cinsiyetin inşasında iktidarın
oynadığı roldür.
Foucault,
toplumsal cinsiyeti “düzenletici rejimin enstrümanı” olarak tanımlar. Çünkü
cinsiyetin inşası iktidar, söylem, beden ve bunların düzenlenişi ile ilişki
içindedir. Her bir özne temsil edildiği iktidar politikaları tarafından
belirlenir. İktidar bu süreçte, bireyi yasalarla sınırlarla, koruyucu
açıklamalarla yönlendirir ve inşa eder. Bireyleri kendi yapısına göre/kendi
normlarına uygun olarak üretme çabasına girer. Bu süreçte iktidar, toplumsal
cinsiyeti –sürekli yineleyerek- inşa eder. Bireylerin yapıp etmelerini
denetler. Bu da iktidarın bedeni maddeleştirmesine neden olur. Böylece iktidar
toplumsal cinsiyet üzerindeki tahakkümünü maddileştirdiği şey üzerinden devam
ettirir.
Tartışılan kürtaj yasası bu
durumun göstergesi kabul edilebilir. İktidarın toplumsal cinsiyet politikası
İslam üzerinden ilerlediğinden kadını eve ve anneliğe hapseden bir yapı
taşımaktadır. Kadını eve hapsetme politikası “üç çocuk” söyleminin ardından
tasarı halindeki kürtaj ve sezaryen yasaları ile devam etmektedir. Bu durum
toplumsal cinsiyet konusunda en başa dönüldüğünün göstergesidir. Ana-eksenli
süreçten ataerkilliğe geçiş sürecinde kadınlar doğurma ve üreme gibi kendi bedenleri
üzerindeki kontrollerini kaybetmiştir. Böylece kadının eve hapsedilmesi/
bağımlı kılınması sürecin doğal sonucu gibi görünmektedir.
Devamı; Amargi, Güz 2012, Sayı 26.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder