5 Mart 2013 Salı

Kadına Biçilen “Doğal Durum” Trajedisi: Annelik


Henüz küçük yaşlarda kız çocuklarına verilen oyuncak bebekler onlar için hoş görünse de aslında bu, zaman geçtikçe çoğalacak bir tehlikenin ilk sinyalidir. Bu, kız çocuklarına dayatılan, taşıdıkları potansiyel annelik duygusundan başka bir şey değil. Daha küçük yaşlarında onlara anlatılmak istenen bir şey vardır: “Toplumsal cinsiyet denilen şey seni anneliğe ‘mahkûm etti’, küçük kız. Büyüyeceksin ve o “kutsal” mertebeye –anneliğe- ulaşacaksın.”

İktidar politikalarının toplumsal cinsiyetle ilgili ürettiği/yinelediği her politika bu duyguyu besler. Kız çocukları küçüklükten itibaren anneliğe alıştırılır ki –zaten bir gün anne olacağından- durumu benimseyebilsin. Fakat bu durum aynı zamanda onu eve bağlayan/köleleştiren ve onun bedeni üzerindeki –dış- hâkimiyeti sağlayacak durumu beraberinde getirecektir. Çünkü iktidar, toplumsal cinsiyet politikalarıyla, onları anneliğe alıştırmayı çoktan planlamıştır. Hazır potansiyel varken alıştırmak gerekir: “Kadın = Anne”. Sahi, kadın demek anne mi demek?

Toplumsal cinsiyet kadını, bedeni ve biyolojik potansiyeli ile özdeşleştirir ve her kadının, kadın olmasından dolayı, annelik arzusu ile doğduğunu varsayar. Yani kadını annelik özelliği ile inşa eder. Oysa kadın için annelik olgusu toplumsal cinsiyet rolünün belirlediği gibi bir “doğal durum” değil, bir seçimdir. Bu seçim kadın için ona dayatılan rollerden çıkabilmenin ön koşuludur. Fakat “doğal durum” olarak algılanan/algılatılan bu zorunlu histen arınmak çok da kolay görünmemektedir. Bunun sebebi ise toplumsal cinsiyetin inşasında iktidarın oynadığı roldür.

Foucault, toplumsal cinsiyeti “düzenletici rejimin enstrümanı” olarak tanımlar. Çünkü cinsiyetin inşası iktidar, söylem, beden ve bunların düzenlenişi ile ilişki içindedir. Her bir özne temsil edildiği iktidar politikaları tarafından belirlenir. İktidar bu süreçte, bireyi yasalarla sınırlarla, koruyucu açıklamalarla yönlendirir ve inşa eder. Bireyleri kendi yapısına göre/kendi normlarına uygun olarak üretme çabasına girer. Bu süreçte iktidar, toplumsal cinsiyeti –sürekli yineleyerek- inşa eder. Bireylerin yapıp etmelerini denetler. Bu da iktidarın bedeni maddeleştirmesine neden olur. Böylece iktidar toplumsal cinsiyet üzerindeki tahakkümünü maddileştirdiği şey üzerinden devam ettirir.


Tartışılan kürtaj yasası bu durumun göstergesi kabul edilebilir. İktidarın toplumsal cinsiyet politikası İslam üzerinden ilerlediğinden kadını eve ve anneliğe hapseden bir yapı taşımaktadır. Kadını eve hapsetme politikası “üç çocuk” söyleminin ardından tasarı halindeki kürtaj ve sezaryen yasaları ile devam etmektedir. Bu durum toplumsal cinsiyet konusunda en başa dönüldüğünün göstergesidir. Ana-eksenli süreçten ataerkilliğe geçiş sürecinde kadınlar doğurma ve üreme gibi kendi bedenleri üzerindeki kontrollerini kaybetmiştir. Böylece kadının eve hapsedilmesi/ bağımlı kılınması sürecin doğal sonucu gibi görünmektedir.

Devamı; Amargi, Güz 2012, Sayı 26.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder