19 Mart 2013 Salı

Tepelerin Ardındaki Kadınlar

Toplumsal cinsiyet, kadın ve erkeklerle ilgili dengelerin/değerlerin/rollerin kurgulandığı alana işaret eder. Bu roller, zaman içinde değişen kültürel, coğrafi, sosyolojik vs. etkenlerle kökleşerek ve kadının aleyhinde işleyecek iktidar ilişkilerini yaratır. Bu sayede toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin temel yapı taşı olan ataerkillik, kadın ve erkek rollerinin belirleyicisi konumuna gelir. Öyle ki bu rolleri belirlemekle kalmaz; bu rollere değişmezlik, meşruluk ve kutsallık atfederek konumunu güçlendirir. Ataerkilliğin toplumsal cinsiyet rolleri üzerindeki belirleyiciliği, erkeğin toplumsal konumunu güçlendirerek onun öznelliğini güvence altına alır. Bireyler bu ilişkiler çerçevesinde oluşturulmuş mevcut bir kültürel yapı içine doğduklarından cinsiyet ve toplumsal cinsiyet algıları da -bu yapıyı sorgulamadıkça- aynı yönde şekillenir. Özetle, kültürel tasavvurun, bireylerin toplumsal cinsiyete ilişkin algılarını belirlediği söylenebilir.

Kültürel tasavvurun temel bileşenlerinden biri, dindir. Din, sosyokültürel yapı içinde meydana gelen algıları/cinsiyet algılarını meşrulaştırma ve statikleştirme özelliğine sahip olduğundan, muhafazakâr bir karaktere sahiptir. Din adına meşrulaştırılan katı toplumsal cinsiyet kurallarının dini buyruk olarak dayatılmasıyla kadının ikincil konuma itildiği ve aile içinde sadece kutsal annelik rolüyle varlık kazanabildiği aşikâr. Yahudilikte kadının hiçbir değeri olmadığı bilinir; Hıristiyanlıkta kadın Havva’dan dolayı baştan çıkarıcı olarak görülür ya da Aristotelesçi bir tutumla, kadının varlık nedeni biyolojik devamlılık ile ilişkilendirilir; Müslümanlıkta ise kadın yine kutsal annelik rolü ile varlık kazanır, bunun dışında ikincil konumda tutulur. Bu örneklerden yola çıkarak semavi dinler aracılığı ile dinin, toplumsal cinsiyetin üretilmesinde ve pekiştirilmesinde etkin konumda olduğu, cinsiyetler arasında hiyerarşi oluşturduğu görülür.

Öte yandan yine aynı dinlerin “kadının erkeğin bir parçası olarak yaratıldığını” savundukları, dinlerin oluşmasında/yayılmasında etkin rolü olan kişilerin eril bir karakter taşıdıkları, kutsal kitapların muhataplarına eril bir dille hitap ettikleri, hatta tanrının “babalık” kategorisi üzerinden eril olarak tasvir edildiği açıktır. Din, erkek alanı olarak; erkeklere özel bir durum olarak tasvir edilir. Kadınlar ise onlara atfedilen roller üzerinden; daha doğru bir deyişle kapatıldıkları mekânlardan (evlerinden) din tarafından dışarıda bırakılmışlıklarını kimi/çoğu zaman “batıl”, “hurafe” olan aracılığı aşmaya çalışırlar. Kadını dışlayan, ikincilleştiren, yok sayan bu kültürel tasavvur kadının din ile ilişkisine de yansıyarak onun edilgen ve itaatkâr bir karakteri hiçbir şekilde sorgulamaksızın benimsemesine/kabullenmesine sebep olur. Bu veriler ışığında sorulması gereken soru şudur: Kadınlar neden onları yok sayan, ikincilleştiren, dışlayan, küçük düşüren bir kültürün içinde zaman geçirir ve emek harcarlar? Bu soruyu yanıtlamak oldukça güç. Bu nedenle bu sorunun yanıtlanmasından çok, kadının varoluşsal bir seçim olarak bağımlı bir akılla yaşamak yerine özgür bir akılla yaşayabilmesi için bu soruyu sormasına vesile olmak amaçlanmaktadır. Aynı nedenle -Cristian Mungiu’nin Tepelerin Ardında adlı filmi aracılığıyla- bir Ortodoks manastırına girilecek ve bu sorgulamanın nasıl yaşandığı takip edilecektir.

’89 sonrasında Romanya’da din siyasi bir araç haline gelir. Öyle ki her 20.000 kiliseye karşılık 5000 okul ve hastane vardır. Yukarıda bahsedilenlerden yola çıkarak, bu süreçte kadının (bedeninin) din ve iktidar tarafından tahrip edildiği bilgisine ulaşmak zor olmaz. Tepelerin Ardında da bu durumu; Ceauşescu dönemi sonrası Romanya’sında din ve iktidar arasında sıkışmış Rumen kadınlarının çaresizliğini anlatır. Alina ve Voichita yurtta birlikte büyümüş ve bu süreçte -açıkça belirtilmese de-duygusal yakınlık yaşamış iki kadındır. Voichita yurttan sonraki dönemde yaşadığı “kötü” deneyimlerden arınmak için dine “sığınır”, bir manastırda rahibe olur. Alina ise dine başkaldırarak, yeni bir hayat kurmak için Almanya’ya gider, fakat orada tutunamaz. Bir süre sonra kendisine ve Voichita’ya bir gemide iş bulur ve bunu haber vermek için arkadaşının yanına gelir. Voichita Orta Çağ’ın kasvetli havasına bürünmüş ve bu karanlıkta, tanrıya koşulsuz inanan insanların bilinçsizliğiyle yaşamaya başlar. Alina ise arkadaşının zihninin bulandığının farkındadır. Fakat arkadaşını bu karanlıktan kurtarmaya çalıştıkça, manastırdan çıkamadığı için, aynı karanlığın içinde boğulup gider. Voichita ise kendisinin arkadaşına; dine koşulsuz bağlanmanın ise kendisine yaptığı kötülüğün farkına çok geç varır.

Bu süreç Platon’un mağara alegorisine benzer. Alina, manastırda sahte bir dünyanın yanıltıcılığıyla yaşar. Onu bağlayan, körelten, karanlığa gömen şey, yani zincirleri, iktidar ve dinin yalanlarıyla örülmüştür. Gerçek zannettikleri ise gölgelerdir. Bu nedenle onu değersiz, ikincil ve bağımlı kılan karanlığı sorgulamaz. Alina, “aydınlığı” görmüştür; bu nedenle arkadaşının gözünü açmaya çalışır. Voichita, bu durumun sorgulanamaz olduğunu düşündüğü için, arkadaşını “doğru olana” döndürmek için çabalar. Voichita’nın taptığı gölgeler, Alina’nın aydınlığını şeytanla özdeşleştirir. Bu “günahkâr” kadın, şeytan tarafından yönlendirildiği gerekçesiyle yok edilir. Voichita geç de olsa aydınlığı görme çabası içine girer ve arkadaşını yok eden karanlıktan çıkma kararı alır. Artık şeytan çıkarma ayinlerini ve bu nedenle arkadaşına yapılan işkenceleri sorgulama vakti gelmiştir. Voichita yavaş yavaş aydınlığı görürken, önce başındaki örtüyü çıkarır; sonra onu karanlığa gömen siyah giysilerini çıkararak kaybettiği arkadaşının kıyafetlerini giyinir. Bu nedenle “zayıf” olarak itham edilecekse de gözleri yavaş yavaş aydınlığa alışır ve gerçekliği görmeye başlar.

Alina ve Voichita’nın yaşadıkları Orta Çağ’dan bir kesit gibi görünse de günümüz gerçeğinden başka bir şey değil. Filmin final sekansında günümüze yapılan göndermeler bunun kanıtıdır. Cama sıçrayan çamur ise (dün ya da bugün) tepelerin ardında da, önünde de muktedirin kurduğu kültürel tasavvurun kadınları karanlığa gömmeye çalıştığını gösterir gibidir. Voichita’nın bağımlı bir akılla yaşamak yerine özgür bir akılla yaşayabilmek için içinde bulunduğu bu durumu sorgulama süreci içinde bulunduğu karanlığı yok etmeye başlar. Onu bu sürece taşıyan şey aydınlığı görme çabasıdır. Bağımlı bir akılla, karanlıkla yoğrulmuş gölgelere tapınmak yerine, özgür bir akılla yaşamak isteyen her kadının yüzünü ışığa dönmesi kadınların kurtuluşuna giden yoldaki en büyük engelleri yok etmeye yarayacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder