19 Aralık 2013 Perşembe

Umut mu, Umutsuzluk mu?

uzun uzak foto
Bundan 9 yıl önceydi. Derya “Birlikte sinemaya gidelim mi?” dedi. Ben de kabul ettim. Tek bir soru vardı yanıtlanması gereken: Hangi film? O zaman gösterimde olan filmleri hatırlamıyorum. Ama bu soruyu sorduğumuz anda aklıma düşen tek bir film vardı: Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak. Filmi çok bildiğimiz için ya da film çok gişe yaptığı için değildi bu seçenek. Zaten sadece bir sinemada ve sabahın körü seansında oynayan bir filmin gişe derdi olmayacağını da biliyorduk. Bu film, öncelikle o zaman platonik duygularla âşık olduğum adamın tavsiyesiydi hem de içinde umudu barındırıyordu. Derya’nın da benim de umuda o kadar ihtiyacımız vardı ki…

Kasım’ın son haftasıydı. İstanbul, puslu, basık ve karanlık bir sabaha uyanmıştı. Ben böyle günleri de, kışı da sevmezdim. Yaz çocuğu olduğum için yılın on iki ayı, yazın kızgın sıcağında buharlaşacak duruma gelsem umurumda olmazdı. Beyoğlu’na vardığımda on metre ilerisi görünmeyecek kadar sisliydi hava. Neyse ki Derya da çok bekletmemişti beni. Kol kola girip İstiklal’in tam ortasından yürümeye başladık. Saat çok da erken değildi aslında ama ortalık tenhaydı. Derya’nın koluma biraz daha sıkı sarılıp, adımlarını sıklaştırdığını hissettim. İçimden “O da benim gibi, böyle günleri sevmiyor anlaşılan.” diye düşündüm. Adımlarını hızlandırırken on-on beş adımda bir dönüp arkaya bakmasını garip karşılamaya başladım. Tam bunu söyleyecektim ki sinemanın sokağına dönmüştük ve Derya koluma sarılmayı bırakmıştı. Seansı da kaçıracaktık neredeyse. Bir şey söylemedim Derya’ya. Neyse, unuttum gitti. Bana “Ben Taksim’de yürümekten korkuyorum, tekinsiz geliyor bana.” dedi. “Bir de hava böyle sisli olunca…” “Haklısın.” dedim, “İnsan yolunu göremeyince korkuyor.” Dolu dolu baktı gözlerimin içine. Sonra film başladı, ikimiz de gözlerimizi perdeye çevirdik.

Film, Recep ile Mehmet’in 60’lı yıllarda sinemacı olma hayallerini anlatıyordu. Biri karpuzcunun, diğeri berberin çırağıydı. Öyle çok fazla bir şey kazanmıyorlardı. Karın tokluğuna çalışıyorlardı, ilerde bir zanaat sahibi olabilmek için. Ceplerindeki, bir kamera almaya hayatta yetmezdi. Ama ikisinin de umudu, sinemacı olmak hayalleriyle aynı yerde birleşiyordu. “Ah bir recisör olsam…” diyordu Recep, sinemanın önündeki kopuk filmleri almak için çöpleri karıştırırken. Tek yol göstericileri, seyircinin nerden geldiğini bilmediği o kitaptı. Kitapta filmleri oynatabilecekleri bir projeksiyonu nasıl yapacakları adım adım anlatılıyordu. Ama Recep’in yatır dedesine anlattığı gibi “Aslında saniyede 24 kare kımıldatıyoz emme gene de resimlerin oynadığı yok.” Recep yatır dedesinden medet umsa da resimler kımıldamıyordu işte. Üstüne üstlük kendinden yaşça büyük olan Nihal’e âşık olmuştu. Sevdiği kız için bile yatır dedesinden medet umuyordu; belki olur diye… Belki bir gün Nihal de -annesi gibi- Recep’in güzel saçlarını severdi.

Ama Recep’in işleri yolunda gitmedi, tam umut edecekken önce ipek gibi saçlarını arkadaşı için feda etti, sonra ustası iflas etti. Resimler kımıldamadı, Nihal’i görmek bir hayal oldu. Günlerden bir gün çabaları sonuç verdi. Resimler kımıldamaya başladı. Bu, arkadaşları Deli Ömer için de bir umut oldu. Üç pilli fener karşılığında ölen nişanlısını canlandırmalarını istedi. Recep’le Mehmet akşamı beklemesi gerektiğini söylediler. Tam vaktinde ordaydı Deli Ömer; bekledi, bekledi… Gelen giden yoktu, zaten nişanlısı da canlanmamıştı. O da umudunu yitirdi ve nişanlısını canlandırmayan makineyi kırdı. Recep, o akşam Nihallerin başka bir şehre taşındığını öğrendi. Onca uğraşa rağmen yaptıkları makinenin de kırıldığını görünce ustasının sözlerini hatırladı: “Karpuz kabuğundan gemiye binersen çabuk inersin.” Her şeye rağmen Recep’le Mehmet’in içindeki umut tükenmemişti, sonunda bir kamera almaya karar verdiler ve film açık pencereden görünen sonsuz karanlıkla sona erdi.

Film bittiğinde benim içimde umut vardı. Derya’nın da öyle… Bu iki çocuğun bıkmadan, usanmadan hayallerinin peşinden koşması ikimize de umut vermişti. İçimizde bin bir umutla İstiklal’e çıktık. Durağa kadar konuşmadan yürüdük. Birbirimizi öptük, vedalaştık.

Bir daha görüşememiştik Derya’yla. Hayatın rutin yoğunluğunda ihmal edilen önemli insanlardan biriydi. Aradan bir ay geçmişti. O akşam telefonum çaldı. Arkadaşım Derya’nın soyadını sormak için aramıştı. Çok iyi bildiğim halde arkadaşımın sesindeki telaşın içimde yarattığı korkudan unutmuştum her şeyi. “NTV’yi aç, galiba Derya’yı öldürmüşler.” diyordu. Ses kulağımda anlamsız bir hale gelmişti, ölüm ve Derya’yı aynı cümle içinde duymak zaten garipti. “Öldürülmek” her şeyi iyice anlamsızlaştırıp bir uğultuya çeviriyordu. Derya’nın neden hızla yürüdüğünü, neden birine sığınması gerekiyormuş gibi koluma sarıldığını, gözlerindeki korkuyu ve etrafı tekinsiz bulmasını… O an sanki bir şeylere kılıf uydurmaya çalışıyordum.

Televizyonu açtım, kumandayı elime aldım, kanalları değiştirmeye başladım. Haberlerde Derya’nın fotoğrafını gördüm. İşte o an Recep’in, Nihal’in taşındığını öğrenince donduğu gibi dondum. Kumanda elimden düştü. Haberleri sunan tok ses Derya’yla birlikte ailesinin ve 3 yaşındaki yeğeninin öldürüldüğünü söylüyordu. O an hayata dair umutlarımı yitirdim. Film gibi Derya’nın hayatı da –içinde umut olsa da- pencereden görünen sonsuz karanlıkla sona ermişti.

Derya’yla birlikte kaybettiğim umudu zamanla geri kazandım. Aradan dokuz yıl geçti kimi zaman umutlanıp Recep gibi hayaller kurdum. Sonra bir yerde durdu hayat. Umudun içine tükürüp elimdeki aynayı yere attım –Recep gibi. Şimdilerde umut denilen şey –Nietzsche’nin dediği gibi- “kötülüklerin en kötüsü”. Umut ettikçe hayat zorlaşıyor, ızdırap artıyor. İnsan yolunu göremeyince korkuyor. Zaten resimler de kımıldamıyor…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder