Aile hakkındaki genel yaklaşım,
ailenin her yerde bulunduğu, (yeniden üretim, beslenme… gibi) evrensel
ihtiyaçların ifadesi olduğu ve (cinsel, ekonomik, yeniden üretim… gibi
işlevleri nedeniyle) temel sosyal ilişkileri yerine getirdiği ile ilgilidir. Bu
nedenle aile ile ilgili varsayımlar, “ortak
yaşayan ebeveyn ve kendi çocuklarının oluşturduğu birim”, “içinde evsel ve
cinsel ilişkilerin ve toplumsallaşmanın gerçekleştiği doğal birim”, “özellikle
ilk yıllarda anne ve bebeği arasındaki bağımlılık ilişkisi”, “kadın ve erkekler
arasında bağımlılık ilişkisi” üzerine şekillenir. Bu tanımlarda ailenin ve
bireyler arasındaki “bağımlılık” ilişkilerinin “doğal” olduğu varsayılır. Öte
yandan klasik aile sosyolojisi geleneği incelendiğinde, varsayımların
değişmediği; ailenin, toplumun vazgeçilmez bir kurumu olduğu, kadın ve
erkeklerin belli roller çerçevesinde şekillendiği, ana işlevin çocukların
toplumsallaşması ve istikrarın sağlanması üzerine temellendiği görülür.
Neyse
ki, bunlara karşın aile kavramının evrensel olmadığı, tarihsel ve kültürel
olarak farklılıklar içerdiği (örneğin bazı ülkelerde ailelerin yetişkin
erkekleri içermemesinde olduğu gibi); saat gibi mükemmel bir mekanizma olarak
işlemediği ve çatışmayı içinde barındırdığı bilinmektedir. Bu nedenle Michele
Barret yukarıdaki tanımlamaların/varsayımların ailenin ideolojik yapısından
kaynaklandığını belirtir. Çünkü aile ideolojisi, bu varsayımlar aracılığıyla
kadını “yeni neslin üreticisi”, “ev kadını” ve “annelik” kavramları içine
sıkıştırarak “ideal bir aile” yaşamı üzerinde belirleyici bir rol oynamaya
soyunur. Bu açıdan eğitim, işgücü piyasası, sosyal güvenlik gibi kavramlar
üzerine şekillenen sosyal politikaların da aile ideolojisinde temellendiği
görülebilir. Yani bu konuda yapılmış olan -yukarıdaki- varsayımlar, hükümetler
tarafından da kabul edilir.
1830’lu
yıllarda burjuvalar tarafından kadının çalışmasının “evini ihmal etmesine”
sebep olduğu, kızların fabrikada çalışmalarının göçe sebep olduğu, erkek ve
kadınların aynı işte çalışmasının “ahlaka aykırı” olduğu üzerine bir tartışma
başlar. Bu tartışmayı başlatan “düşünceli” burjuvalar işçi ailesinin “kendini
yeniden üretemeyecek kadar yıprandığını” savunur. Bu nedenle “aile ücreti” kavramı
-burjuvalar ve erkek işçi sendikaları tarafından- ortaya atılır. Toplum olarak
“ailenin çıkarlarının korunması” konusunda fikir birliği edilerek kadının
çalışması engellenmeye çalışılır. Bu hayali varsayıma rağmen bu dönemde
kadınların ve çocukların da çalıştığı, tek bir kişinin geliriyle
geçinilemeyeceği kanıtlansa da erkeğin “aile reisi” olarak görülmesi engellenemez.
Bunun daha da ötesinde kadının kendini -maddi olarak- erkeğe bağımlı
hissetmesini sağlanır. Aile ücreti kavramının varsayılması, çalışan kadınların
düşük ücret almasını da beraberinde getirir. “İyi koşullarda” yaşayabilmek için
erkeğin aile ücreti aldığı ve esas geçimi onun sağladığı düşünüldüğünden ve
kadının çalışması bir çeşit “katkı” olarak görüldüğünden, kadına emeği
karşılığında ödenen ücret azdır/azalır. Böylece kadının ekonomik bağımlılığı
devlet eliyle oluşturulur. Yani kadına verilen düşük ücret, erkeğin aldığı
ücretle dengelendiği varsayımıyla açıklandığından, aile ücreti alan bir erkeğin
varlığı için evlilik kaçınılmaz hale gelir. Bunun sonuçları, eşler arasında
eşitsizlik, “bağımlılığın” meşrulaştırılmasından başka bir şey değildir.
Cumhuriyet
öncesi ve sonrası Türkiye’sine bakıldığında da aynı durum karşımıza farklı bir
örnekle çıkar. 1. Dünya Savaşı sonrasında ağır insan kayıpları nedeniyle
uygulanan nüfus artırma politikaları 1950’lerden önce had safhaya ulaşmıştır.
Öyle ki devlet nüfus artırmak için beş ve daha fazla çocuk sahibi kadınlara
para ödülü, vergi indirim teşvikleri gibi yolları denemiş, gebeliği önleyici
yöntemleri yasaklamıştır. Bu da yasal olmayan kürtajlar nedeniyle pek çok
annenin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanmıştır. Hızlı nüfus artışı istihdam
sorunlarını beraberinde getirdiğinden izlenen politikanın değiştirilmesine
neden olmuştur. Devlet, ürettiği politikalarla, kadını ailenin vazgeçilmez
parçası haline getirerek kadın üzerindeki yönetim gücünü meşrulaştırır. Aileyi
“yeniden üretim”i sağlayan/sağlayacak bir potansiyel gibi görerek gerekli
zamanlarda çıkardığı yasalarla kadınları sadece “kutsal annelik” mertebesi
altına sıkıştırmaktadır.
Devlet
kadının çocuk sahibi olmasını da “yasal” yollara bağlar. Bu durumda evlilik dolayısıyla
bağımlılık kaçınılmazdır. Çünkü evlilik dışı ilişkilerle çocuk sahibi olacak
kadınlar devlet tarafından desteklenmediği gibi “sosyal refah hizmetleri”nden
de mahrum bırakılır. Böylece kadının doğurganlığı devlet tarafından denetim
altına alınarak kadına ait konulara müdahale edilmiş olur. Devletin kadının
mahremiyetinin bu kadar içinde olmasına rağmen şiddet gören kadınlar söz konusu
olduğunda “ailenin dokunulmazlığı” varsayımına sığınması da incelenmesi gereken
bir diğer konudur.
Devletin
aile ve kadının bedeni, anneliği işgücü/emeği ile ilgili politikalarına
bakıldığında, kadını, öncelikle ailede “kocasına” sonra da devlete bağımlı
kılma amacının güdüldüğü görülür. Böylece devletin devamlılığı, istihdam ve
üretim; kadının yeniden üretim potansiyeli ve “kutsal annelik” varsayımı
aracılığıyla gerçekleşir. Günümüzde uygulanan aile politikalarına bakıldığında
hiçbir şeyin değişmediği, hatta olumsuz bir gelişme kaydedildiğini görmek
mümkündür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder