19 Aralık 2013 Perşembe

Devletle Bir Olup Kadını Bağımlılaştıran Aile İdeolojisi Üzerine



Aile hakkındaki genel yaklaşım, ailenin her yerde bulunduğu, (yeniden üretim, beslenme… gibi) evrensel ihtiyaçların ifadesi olduğu ve (cinsel, ekonomik, yeniden üretim… gibi işlevleri nedeniyle) temel sosyal ilişkileri yerine getirdiği ile ilgilidir. Bu nedenle aile ile ilgili varsayımlar, “ortak yaşayan ebeveyn ve kendi çocuklarının oluşturduğu birim”, “içinde evsel ve cinsel ilişkilerin ve toplumsallaşmanın gerçekleştiği doğal birim”, “özellikle ilk yıllarda anne ve bebeği arasındaki bağımlılık ilişkisi”, “kadın ve erkekler arasında bağımlılık ilişkisi” üzerine şekillenir. Bu tanımlarda ailenin ve bireyler arasındaki “bağımlılık” ilişkilerinin “doğal” olduğu varsayılır. Öte yandan klasik aile sosyolojisi geleneği incelendiğinde, varsayımların değişmediği; ailenin, toplumun vazgeçilmez bir kurumu olduğu, kadın ve erkeklerin belli roller çerçevesinde şekillendiği, ana işlevin çocukların toplumsallaşması ve istikrarın sağlanması üzerine temellendiği görülür.

Neyse ki, bunlara karşın aile kavramının evrensel olmadığı, tarihsel ve kültürel olarak farklılıklar içerdiği (örneğin bazı ülkelerde ailelerin yetişkin erkekleri içermemesinde olduğu gibi); saat gibi mükemmel bir mekanizma olarak işlemediği ve çatışmayı içinde barındırdığı bilinmektedir. Bu nedenle Michele Barret yukarıdaki tanımlamaların/varsayımların ailenin ideolojik yapısından kaynaklandığını belirtir. Çünkü aile ideolojisi, bu varsayımlar aracılığıyla kadını “yeni neslin üreticisi”, “ev kadını” ve “annelik” kavramları içine sıkıştırarak “ideal bir aile” yaşamı üzerinde belirleyici bir rol oynamaya soyunur. Bu açıdan eğitim, işgücü piyasası, sosyal güvenlik gibi kavramlar üzerine şekillenen sosyal politikaların da aile ideolojisinde temellendiği görülebilir. Yani bu konuda yapılmış olan -yukarıdaki- varsayımlar, hükümetler tarafından da kabul edilir.

1830’lu yıllarda burjuvalar tarafından kadının çalışmasının “evini ihmal etmesine” sebep olduğu, kızların fabrikada çalışmalarının göçe sebep olduğu, erkek ve kadınların aynı işte çalışmasının “ahlaka aykırı” olduğu üzerine bir tartışma başlar. Bu tartışmayı başlatan “düşünceli” burjuvalar işçi ailesinin “kendini yeniden üretemeyecek kadar yıprandığını” savunur. Bu nedenle “aile ücreti” kavramı -burjuvalar ve erkek işçi sendikaları tarafından- ortaya atılır. Toplum olarak “ailenin çıkarlarının korunması” konusunda fikir birliği edilerek kadının çalışması engellenmeye çalışılır. Bu hayali varsayıma rağmen bu dönemde kadınların ve çocukların da çalıştığı, tek bir kişinin geliriyle geçinilemeyeceği kanıtlansa da erkeğin “aile reisi” olarak görülmesi engellenemez. Bunun daha da ötesinde kadının kendini -maddi olarak- erkeğe bağımlı hissetmesini sağlanır. Aile ücreti kavramının varsayılması, çalışan kadınların düşük ücret almasını da beraberinde getirir. “İyi koşullarda” yaşayabilmek için erkeğin aile ücreti aldığı ve esas geçimi onun sağladığı düşünüldüğünden ve kadının çalışması bir çeşit “katkı” olarak görüldüğünden, kadına emeği karşılığında ödenen ücret azdır/azalır. Böylece kadının ekonomik bağımlılığı devlet eliyle oluşturulur. Yani kadına verilen düşük ücret, erkeğin aldığı ücretle dengelendiği varsayımıyla açıklandığından, aile ücreti alan bir erkeğin varlığı için evlilik kaçınılmaz hale gelir. Bunun sonuçları, eşler arasında eşitsizlik, “bağımlılığın” meşrulaştırılmasından başka bir şey değildir.

Cumhuriyet öncesi ve sonrası Türkiye’sine bakıldığında da aynı durum karşımıza farklı bir örnekle çıkar. 1. Dünya Savaşı sonrasında ağır insan kayıpları nedeniyle uygulanan nüfus artırma politikaları 1950’lerden önce had safhaya ulaşmıştır. Öyle ki devlet nüfus artırmak için beş ve daha fazla çocuk sahibi kadınlara para ödülü, vergi indirim teşvikleri gibi yolları denemiş, gebeliği önleyici yöntemleri yasaklamıştır. Bu da yasal olmayan kürtajlar nedeniyle pek çok annenin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanmıştır. Hızlı nüfus artışı istihdam sorunlarını beraberinde getirdiğinden izlenen politikanın değiştirilmesine neden olmuştur. Devlet, ürettiği politikalarla, kadını ailenin vazgeçilmez parçası haline getirerek kadın üzerindeki yönetim gücünü meşrulaştırır. Aileyi “yeniden üretim”i sağlayan/sağlayacak bir potansiyel gibi görerek gerekli zamanlarda çıkardığı yasalarla kadınları sadece “kutsal annelik” mertebesi altına sıkıştırmaktadır.

Devlet kadının çocuk sahibi olmasını da “yasal” yollara bağlar. Bu durumda evlilik dolayısıyla bağımlılık kaçınılmazdır. Çünkü evlilik dışı ilişkilerle çocuk sahibi olacak kadınlar devlet tarafından desteklenmediği gibi “sosyal refah hizmetleri”nden de mahrum bırakılır. Böylece kadının doğurganlığı devlet tarafından denetim altına alınarak kadına ait konulara müdahale edilmiş olur. Devletin kadının mahremiyetinin bu kadar içinde olmasına rağmen şiddet gören kadınlar söz konusu olduğunda “ailenin dokunulmazlığı” varsayımına sığınması da incelenmesi gereken bir diğer konudur.

Devletin aile ve kadının bedeni, anneliği işgücü/emeği ile ilgili politikalarına bakıldığında, kadını, öncelikle ailede “kocasına” sonra da devlete bağımlı kılma amacının güdüldüğü görülür. Böylece devletin devamlılığı, istihdam ve üretim; kadının yeniden üretim potansiyeli ve “kutsal annelik” varsayımı aracılığıyla gerçekleşir. Günümüzde uygulanan aile politikalarına bakıldığında hiçbir şeyin değişmediği, hatta olumsuz bir gelişme kaydedildiğini görmek mümkündür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder