11 Şubat 2014 Salı

‘Bestseller’ Olayım Derken…



Popüler kitapların yazılması kadar okunması da kolaydır. Şöyle bir çırpıda zaten incelikle oluşturulmamış konuya hâkim olunur, “Boş zamanlarınızda neler yaparsınız?” sorusuna ithafen “Kitap okurum.” yanıtını verebilecek kıvama gelinir. Oysa kitap okumak boş zamanlarda yapılacak bir eylem olmadığı gibi, kitap yazmak da “çok satmak” düşüncesindeki bir ticari kaygı değildir. Fakat bunu, kendini “bestseller”lar üzerinden para kazanmaya adayanlara anlatmak şimdilik pek de mümkün görünmüyor. Öyle ya tüketim çağındayız ve kitaplar da dâhil her şey ortaya atıldığı anda tüketilmek zorunda (!). Ve İşte Onu Böyle Kaybedersin de belli ki “çok satma” kaygısıyla yazılanlardan. Bu ödüllü bir yazar için ağır bir itham olabilir. Ancak günümüz ödüllerinin, çoğu kez bahsi geçen kaygıyı buram buram hissettirenlere/taşıyanlara gittiği de aşikâr. Bu nedenle Junot Diaz’ı daha önce okumadan yapılan bu eleştiri, aslında yazarın içinde barındırmak durumunda kaldığı kaygıyadır.

Kitap, “Domik erkekleri aldatır.” klişesi üzerinden ilerliyor. Baştan sona kadar anti-kahraman Yunior’un ülkesini, çocukluğunu, abisini, babasını ve -en çok da- sevdiği/aldattığı kadınları defalarca nasıl kaybettiğini anlatıyor. Magda, Nilda, Alma, Sıska, Lora, Pura… Yunior’un aldatarak kaybettiği kadınlardan bazıları –ya da bize anlattıkları. Kadınların varoluşunu bedenleri ve cinsel performansları üzerinden kuran yazar, bunu “siyah Amerikalıların sokak diliyle konuştuğu için” yapıyor gibi görünse de çoğu kez cinsiyetçi ve rahatsız edici olmaktan öteye gidemiyor. Bu nedenle kendi nihilizmlerinin hikâyesini kurmaktan çok cinsiyetçilikleriyle ön plana çıkıp, seksle kafayı bozmuş ergenler gibi davranan iki adamın hikâyesini anlatan Kaybedenler Kulübü (2010, Tolga Örnek)’nü de hatırlatmıyor değil. Tek bir öyküde (“Başka Sefer, Başka Hayat”) bir kadının bakış açısına bürünerek, aldatmayı değil aldatılmayı anlatırken cinsiyetçi olmamayı başardığı için suçlanacak kişi Diaz değil de Yunior gibi görünüyor. Fakat bu, bıkmadan usanmadan sadece poposundan, memelerinden, “nasıl düzüştüğünden” bahseden ve anılan kadınlar hakkında bunlar dışında neredeyse hiçbir ayrıntıya yer vermeyen Diaz’ı aklamaya yetmiyor.

Görünen o ki Diaz, bu cinsiyetçi dili ve yansıttığı diğer temel sorunları, hayatı Latin Amerikalıların gözünden anlatmak için yapıyor. Latin Amerikalıların yaşadığı neredeyse tüm sorunları dile getiriyor. Fakat bunu yaparken öyle bir üslup kullanıyor ki sanki asıl önemli olan Latin Amerikalıların yaşadığı işsizlik, uyuşturucu, göçmenlik, adaletsiz koşullar vs. değil de Yunior’muş gibi görünüyor. Yazar bu noktada başarılı olabilseydi hem Yunior’un hem de Latin Amerikalıların problemleri aynı minvalde ilerliyor olurdu. Fakat durum öyle bir hal almış ki, sorunlar anti-kahramanımızın yaşamının arka fonundaki bir tınının tınısı olmaktan öteye gidemiyor. “Aldatan erkek, kaybeder.” teması yazarın aklını başından almış gibi görünüyor.

Yazarın hayatıyla çakıştığı söylentisine karşı sadece biyografik öğelerin çoğu kez, çok da ilgi görmediğini hatta (anlatım, konu vs. bakımından) “ilginç” bir tarafı olmadığı sürece okur tarafından tercih edilmediği artık tahmin edilmeyecek bir şey değil. Buna rağmen Diaz, bu öğeleri ajitasyona o kadar çok buluyor ki, satırları her okuyuşunuzda yazarın sizi ağlatma çabasını görmezden gelemiyorsunuz. Hayattaki kayıplara/elimizden kaçırdıklarımıza atıfta bulunurken Yunior’un ahlanıp vahlanmaları öylesine dramatize edilmiş ki neredeyse “Ben bunları yaptım ama bir sor neden yaptım?” edalarına büründürülürmüş. Oysa Yunior’un yaşadıkları psikolojik nedenlerinden çok ahmakça olmalarıyla ön plana çıkıyor.

Ve İşte Onu Böyle Kaybedersin, kadınları bir aldatma nesnesi olarak görmekle kafayı bozmuş bir adamın, Yunior’un hikâyesi. Kendini “Kötü biri değilim. Bunun kulağa defansif, ilkesiz geldiğini biliyorum; ama doğru. Herkes gibiyim; zayıf, hata dolu, fakat temelde iyi.” diyerek anlatmaya başlamak, temel düşüncesi “Bana harikulade bir kız göster sana onu sikmekten bıkmış birini göstereyim.” olan birinin cinsiyetçiliğini meşrulaştırdığı gibi sıradanlaştırıyor. İncelikli bir bakış açısına ve anlatıma sahip olmadıkça yılın en iyi kitapları seçkisinde yer almanın, National Book Award 2012 finalisti olmanın hiçbir anlamı kalmıyor. Bu nedenle bu kitap da diğer birçok “bestseller” gibi Amerikan kültür endüstrisinin yarattığı çöplükte kaybolacağa benziyor.

Bir Serüvendir Büyümek



O ilk nefesi almaya başladığı anda bir yolculuğa çıkar insan. Bu yolculuğun bir rutine bağlanıp fasit bir döngü içinde sona ulaşması da, bir serüvene dönüşmesi de yolculuğu gerçekleştirene bağlıdır. Ona sunulanlara boyun eğip ya da ona sunulanlarla yetinip kendini yormadan hayata devam etmek bir yolculuktur, evet. Ama kendisine sunulanı sorgulayıp didiklemek, başkaldırmak, doğru ya da yanlış yollara sapmak ve hayatın ona sunulmuş bir hediye paketi olmadığını bilip hayatta “ben” olarak kendini var etmeye çalışmak… İşte bu, serüvenin ta kendisidir.

Gora da bir büyüme serüveni… Romanın kahramanı Gora’nın başından geçenleri, ülkesine olan bağlılığını, doğru zannettiklerini, üzerinde direttiklerini, önyargılarını, zaman içinde fikirlerinin değişmesini, aşkının yüceliğini, hatalarını görebilmesini ve kendine yeni bir yol çizip kendisi olmaya çalışmasını anlatan bir serüven. Yani bu sıradan bir hikâye değil, zaten Gora da dostu Binoy’un dediği gibi “öyle sıradan bir adam değil”. Onu var eden yazarın, Tagore’un, bir roman kahramanı olarak kâğıda yansıması da denilebilir. Öyleyse Gora’nın yaşadığı her anın, attığı her adımın, dönüşümünün ve düşüncelerinin Tagore’un hayat felsefesini yansıttığını söylemek yanlış olmaz.

Tagore, içinde yaşadığı toplumun inandığı Hinduizm’e, kast sistemine ve sistemin içinde bulunduğu emperyalizme karşıdır. Hindu dininde reform yapılması gerektiğini savunan Brahma inancına mensup olduğu için de birçok saldırıya maruz kalır. Buna rağmen kendini geleneklerden kurtarır ve Hindistan’daki inanç ve eğitim sisteminin, geleneklerin, kuralların değiştirilmesi gerektiğini savunur. Gora başlangıçta temelsiz bir dindarlıkla ve gençlik ateşiyle içinde oluşan milliyetçilikle, delikanlılığının verdiği öfkeyle her ne kadar Tagore’un karşısında duruyorsa da sonrasında –neredeyse- ona dönüşüp, onda vücut bulur.

Hint Vatanseverler Birliği’nin Başkanı Gormuhan –ya da Binoy’un deyişiyle kısaca Gora- başkalarına faydalı olmayı amaçlayan, şerefli bir mücadele vermeye çalışan ve Hinduizm’e körü körüne bağlı olmasına rağmen –diğerlerinin aksine- Batı hayranlığına tepkili olmasıyla ön plana çıkar. İngilizlere ve polislere karşı halkı savunduğu için de tutuklanır. Dostu Binoy, Brahma dinine mensup Pareş Babu’nun kızı Lolita ile evlendiği ve kast sisteminin gerektirdiğinin aksine aile denkliğini önemsemediği için Gora, düğün törenlerine katılmaz. Hapisten çıktıktan sonra kirlerinden arınmak için yapılan Ganj’da yıkanma töreni, babasının hastalığının haberini almasıyla yarım kalır. Ölüm döşeğindeki babası Gora’ya kendi oğlu olmadığını, İngiliz ordusunda görevli İrlandalı bir askerden hamile kalan ve doğumda ölen bir kadının çocuğu olduğunu söyler.

Öğrendiği gerçek Gora için bir dönüm noktasıdır. Sıkı sıkıya bağlı olduğu kastı, körü körüne inandığı dini, savunduğu inançları, var etmeye çalıştığı değerleri… Hepsi sarsılır; yerle bir olur. Bildiği ve inandığı her şeyi sorgulamaya başlaması, Gora’nın dönüşümünü başlatan adım olur. Çok önceden Suşarita’ya karşı derin duygular beslese de inandığı değerlere yani kast sistemine karşı gelmemek için kendini bastırmaya çalışmıştır. Fakat gerçek sandıklarının temelsiz olduğunu anladığında Suşarita’ya olan aşkını gizlemekten vazgeçer. Dönüşümü gerçekleştiren asıl şey ise Pareş Babu’nun evlatlığı Suşarita’ya olan aşkını açıklaması olur. Çünkü bu sayede içinde yaşadığı topluma/dünyaya bambaşka bir gözle bakmaya başlar. Suşarita belki de onun karanlığını aydınlatan bir ışıktır.

Bu açılma/aydınlanma, Gora’nın kendi olma cesaretini göstermesini ve görmediği, göremediği ya da görmek istemediği gerçeklerle yüzleşmesini sağlar. Şuşarita ve Suşarita’ya olan aşkı sayesinde kadınların Hindu toplumunda yerinin olmadığını görür ve bu konuda mücadele etmeye başlar. Bunun yanı sıra Hindistan’ın İngiliz sömürgesi olmaktan kurtulmasını hedefler; Hindu, Hıristiyan ve Müslümanların bir arada barış içinde yaşayacağı bir gelecek tahayyülü için kafa yorar.

Hindistan’ın kast sistemi -her ne kadar bu sistemi oluşturanlar/savunanlar bir merdivene benzetse de- aslında bir çıkmaz sokaktır. Farklı kastların birbiriyle iletişimini sınırlayan, insanları sınıflandıran, ayrımcılığı harlayan, insanları keskin çizgilerle ayıran bu sistemin içinde yaşayan Gora, belki öğrendikçe belki büyüdükçe belki de bu keskin çizgilerin gereksizliğini anladıkça onun için hayat daha anlamlı hale gelir. Eskiden inandığı, güvendiği, değer verdiği her şey yıkılırken; yeni doğruları ve aşkı Suşarita ile daha sağlam bir yoldan daha sağlam adımlarla devam etmeyi tercih eder. Her şeye rağmen onurlu bir mücadele vermekten ve bu yolda dik durmaktan asla vazgeçmez.

Rabindranath Tagore
Gora
İstanbul: Kapı Yayınları, 2013
519 s.

Apaçi


                                         
Bugün içimde bir sıkıntı var. Bir şey olacak hissediyorum. Çünkü ben hissederim. Ama ilginç bir şekilde, her zamankinin aksine bu kez neler olacağını tahmin edemiyorum. Şurada bir köşede durup bekleyeyim. Zaten birazdan gelir, yemeğimi önüme koyarlar. Kahvaltıyı halledersek akşam beşe kadar bir güzel uyku çeker, sonra yemeğimi yer, biraz gezintiye çıkarım. İşte, kahvaltım geliyor. Bana her gün yemek veren bu kadın, bugün acıyan gözlerle bakıyot. Evet, bugün bir şey olacak; eminim bir şey olacak.


Öğle uykusu gibisi yok, sıcacık güneşin altında, sere serpe, oh… Ama içim bir türlü rahat etmiyor. Bir şey olacak bugün. Ah, bir bilebilsem? İçerideki hareketliliğin nedenini bir türlü anlamıyorum, yan daireye geçen kadın! Öyle acınası bir hâlim varmış gibi bakma artık, bakma! Ne olacaksa söyle, bileyim de içim rahatlasın!


Kapının önünde beyaz bir minibüs durdu, iki adam indi içinden. İnsan değil zebaniler sanki. Birinin elinde beni yakalamak için file ağ var, sapı oldukça uzun. Elindeki ağ değil dirgen olsa, kafasına geçirdiği kapüşonuyla tam cehennem zebanisi olacak kılıkta ama farkında değil. Şu an düşündüğü tek şey beni yakalamak, yakalayacak da ne olacak sanki –tabi yakalayabilirse. Yemeğimi getiren kadınlar kapıda bekliyorlar. Belli ki bu kez aynı tarafta değiliz. Onlara ne kadar güvendiğimi bilselerdi. Şimdi 
bunu düşünecek vakit değil. Savaş başlıyor!


Saklandığım yeri yıkmak fikri akıllarına gelmeseydi kesinlikle onlardan kurtulurdum. Ama şimdi ağın içindeyim. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bu iki kadına bir daha güvenebilir miyim? Beni içine tıktıkları bu kafese doğru eğilip bana masumca baksalar da onlara bir daha güvenemem. Bir daha buraya dönemem…

 
Artık çocuğum olmayacak. Umurumda bile değil! Düşündüğüm tek bir şey var: Savaşı kaybettim!


O gün beni zorla aldıkları yere usulca bıraktılar beni. Artık eskisi gibi olamam. Öyle ya onlar kazanmıştı, beni yakalamışlardı. O iki kadın da onlara yardım etmişti. Beni sevdiklerini sanmıştım.


Virgül bana haber getiriyor. Gümüş ölmüş. Gümüş ölünce kardeşi Yedi yalnız kalmasın diye yanında kalabileceği birini bulmuşlar hemen. O iki kadın benim için meraklanıyormuş hâlâ. Neden merak ediyorlar ki? Onlar değil miydi savaşı kaybetmeme sebep olan? Onlar çağırmamış mıydı o cehennem zebanilerini, daha ne diye merak ediyorlar?


Aradan bir buçuk ay geçti. Bugün Virgül yanıma geldi yine. Hâlâ merak ediyorlarmış beni. Demek ki yaptıkları beni sevmediklerinden değilmiş. Bembeyaz tüylerimdeki şu mavilik bir geçse… Belki yanlarına gidecek gücü bulabilirim. Ama beni böyle görmelerine katlanamam. Bana acımamalılar!


Virgül… Benim küçük dostum! Her gün yeni haberlerle geliyor. O iki kadın her gün cehennem zebanilerini arayıp beni soruyormuş. Beni öldürdüklerini sanıyorlarmış. Onları şikâyet edeceklermiş... Tüylerimdeki son mavilik de gitti. Geçirdiğim ameliyattan olsa gerek, biraz kilo aldım. Ama olsun. Sanırım geri dönüş vakti geldi. Yarın bayram!


Önden Virgül gitti. Bahçede kimse var mı, bizi fark ederler mi diye ortalığı kolaçan edecek. Bir kere miyavlaması “Kimse yok.”, iki kere olursa bahçeye doğru yol almaya başlayacağım. Birinci miyav geldi. … Ses yok. Yoksa… Artık umursamıyorlar mı, ümidi kestiler belki de… Belki de gitsem oralı bile olmayacaklar… Eveee…t… İşte ikinci miyav da geldi.


Her zaman ki gibi o kadın, bahçedeki çardağın hemen altındaki ahşap masanın üzerine sigarasını, çakmağını, telefonlarını koymuştu. Sigarasını ağzına doğru her götürüşünde bambaşka şeyler geliyordu aklına. Kim bilir ne düşünüyordu? Ne bileyim ben! Ne düşündüğünü değil de, beni görünce 
ne yapacağını merak ediyorum doğrusu.


“Osman, Ece koşun! Bakın kim gelmiş! Apaçi ölmemiş! Geri gelmiş! Hem de çok sağlıklı, ölmemiş!” Kadın bas bas bağırıyordu. Bu kadar ilgiyi doğrusu ben de beklemiyordum. Kadın beni gördüğü anda sevinç çığlıkları atmaya başladı. Herkesi başıma topladıktan sonra beni kucağına alıp bir güzel sarıldı. Bu kadar ilgiden hoşlanmadığımı biliyor. Ama neyse, bir seferlik olsun bakalım. Evet diğer kadın da geldi. Mutluluğu gözlerinden okunuyor. Belli ki beni unutmamışlar. Gittiğime üzülmüşler. Ne yapayım, onlarda zebanilerle iş birliği yapmasalardı. Umarım akılları başlarına gelmiştir. Evet, işte koca bir kap yemek. Sadece benim için!


Güneş tam gövdeme vuruyor. Bugün miskinlik için en ideal gün. Yine elindeki sigarası, çakmağı ve telefonlarıyla bana doğru geliyor o kadın. Eskiden sahip olmadığım huylarım var artık. O iki kadının beni okşamasını, tüylerimle oynamasını, sırtımı kaşımasını seviyorum. Başka biri yaklaşırsa patilerim masumiyetini yitirir, o ayrı! Nedense bu ikisine kanım kaynıyor. Konuşmalarına kulak kabartıyorum. Virgül’ü de göndereceklerini söylüyorlar. Benim yaşayacaklarımı Virgül de yaşayacak anlaşılan. Her neyse gidip Virgül’e haber vereyim. Mavi boyalı da olsa, dönüşte buraya gelsin, gözümüzün önünde olsun.

19 Aralık 2013 Perşembe

Umut mu, Umutsuzluk mu?

uzun uzak foto
Bundan 9 yıl önceydi. Derya “Birlikte sinemaya gidelim mi?” dedi. Ben de kabul ettim. Tek bir soru vardı yanıtlanması gereken: Hangi film? O zaman gösterimde olan filmleri hatırlamıyorum. Ama bu soruyu sorduğumuz anda aklıma düşen tek bir film vardı: Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak. Filmi çok bildiğimiz için ya da film çok gişe yaptığı için değildi bu seçenek. Zaten sadece bir sinemada ve sabahın körü seansında oynayan bir filmin gişe derdi olmayacağını da biliyorduk. Bu film, öncelikle o zaman platonik duygularla âşık olduğum adamın tavsiyesiydi hem de içinde umudu barındırıyordu. Derya’nın da benim de umuda o kadar ihtiyacımız vardı ki…

Kasım’ın son haftasıydı. İstanbul, puslu, basık ve karanlık bir sabaha uyanmıştı. Ben böyle günleri de, kışı da sevmezdim. Yaz çocuğu olduğum için yılın on iki ayı, yazın kızgın sıcağında buharlaşacak duruma gelsem umurumda olmazdı. Beyoğlu’na vardığımda on metre ilerisi görünmeyecek kadar sisliydi hava. Neyse ki Derya da çok bekletmemişti beni. Kol kola girip İstiklal’in tam ortasından yürümeye başladık. Saat çok da erken değildi aslında ama ortalık tenhaydı. Derya’nın koluma biraz daha sıkı sarılıp, adımlarını sıklaştırdığını hissettim. İçimden “O da benim gibi, böyle günleri sevmiyor anlaşılan.” diye düşündüm. Adımlarını hızlandırırken on-on beş adımda bir dönüp arkaya bakmasını garip karşılamaya başladım. Tam bunu söyleyecektim ki sinemanın sokağına dönmüştük ve Derya koluma sarılmayı bırakmıştı. Seansı da kaçıracaktık neredeyse. Bir şey söylemedim Derya’ya. Neyse, unuttum gitti. Bana “Ben Taksim’de yürümekten korkuyorum, tekinsiz geliyor bana.” dedi. “Bir de hava böyle sisli olunca…” “Haklısın.” dedim, “İnsan yolunu göremeyince korkuyor.” Dolu dolu baktı gözlerimin içine. Sonra film başladı, ikimiz de gözlerimizi perdeye çevirdik.

Film, Recep ile Mehmet’in 60’lı yıllarda sinemacı olma hayallerini anlatıyordu. Biri karpuzcunun, diğeri berberin çırağıydı. Öyle çok fazla bir şey kazanmıyorlardı. Karın tokluğuna çalışıyorlardı, ilerde bir zanaat sahibi olabilmek için. Ceplerindeki, bir kamera almaya hayatta yetmezdi. Ama ikisinin de umudu, sinemacı olmak hayalleriyle aynı yerde birleşiyordu. “Ah bir recisör olsam…” diyordu Recep, sinemanın önündeki kopuk filmleri almak için çöpleri karıştırırken. Tek yol göstericileri, seyircinin nerden geldiğini bilmediği o kitaptı. Kitapta filmleri oynatabilecekleri bir projeksiyonu nasıl yapacakları adım adım anlatılıyordu. Ama Recep’in yatır dedesine anlattığı gibi “Aslında saniyede 24 kare kımıldatıyoz emme gene de resimlerin oynadığı yok.” Recep yatır dedesinden medet umsa da resimler kımıldamıyordu işte. Üstüne üstlük kendinden yaşça büyük olan Nihal’e âşık olmuştu. Sevdiği kız için bile yatır dedesinden medet umuyordu; belki olur diye… Belki bir gün Nihal de -annesi gibi- Recep’in güzel saçlarını severdi.

Ama Recep’in işleri yolunda gitmedi, tam umut edecekken önce ipek gibi saçlarını arkadaşı için feda etti, sonra ustası iflas etti. Resimler kımıldamadı, Nihal’i görmek bir hayal oldu. Günlerden bir gün çabaları sonuç verdi. Resimler kımıldamaya başladı. Bu, arkadaşları Deli Ömer için de bir umut oldu. Üç pilli fener karşılığında ölen nişanlısını canlandırmalarını istedi. Recep’le Mehmet akşamı beklemesi gerektiğini söylediler. Tam vaktinde ordaydı Deli Ömer; bekledi, bekledi… Gelen giden yoktu, zaten nişanlısı da canlanmamıştı. O da umudunu yitirdi ve nişanlısını canlandırmayan makineyi kırdı. Recep, o akşam Nihallerin başka bir şehre taşındığını öğrendi. Onca uğraşa rağmen yaptıkları makinenin de kırıldığını görünce ustasının sözlerini hatırladı: “Karpuz kabuğundan gemiye binersen çabuk inersin.” Her şeye rağmen Recep’le Mehmet’in içindeki umut tükenmemişti, sonunda bir kamera almaya karar verdiler ve film açık pencereden görünen sonsuz karanlıkla sona erdi.

Film bittiğinde benim içimde umut vardı. Derya’nın da öyle… Bu iki çocuğun bıkmadan, usanmadan hayallerinin peşinden koşması ikimize de umut vermişti. İçimizde bin bir umutla İstiklal’e çıktık. Durağa kadar konuşmadan yürüdük. Birbirimizi öptük, vedalaştık.

Bir daha görüşememiştik Derya’yla. Hayatın rutin yoğunluğunda ihmal edilen önemli insanlardan biriydi. Aradan bir ay geçmişti. O akşam telefonum çaldı. Arkadaşım Derya’nın soyadını sormak için aramıştı. Çok iyi bildiğim halde arkadaşımın sesindeki telaşın içimde yarattığı korkudan unutmuştum her şeyi. “NTV’yi aç, galiba Derya’yı öldürmüşler.” diyordu. Ses kulağımda anlamsız bir hale gelmişti, ölüm ve Derya’yı aynı cümle içinde duymak zaten garipti. “Öldürülmek” her şeyi iyice anlamsızlaştırıp bir uğultuya çeviriyordu. Derya’nın neden hızla yürüdüğünü, neden birine sığınması gerekiyormuş gibi koluma sarıldığını, gözlerindeki korkuyu ve etrafı tekinsiz bulmasını… O an sanki bir şeylere kılıf uydurmaya çalışıyordum.

Televizyonu açtım, kumandayı elime aldım, kanalları değiştirmeye başladım. Haberlerde Derya’nın fotoğrafını gördüm. İşte o an Recep’in, Nihal’in taşındığını öğrenince donduğu gibi dondum. Kumanda elimden düştü. Haberleri sunan tok ses Derya’yla birlikte ailesinin ve 3 yaşındaki yeğeninin öldürüldüğünü söylüyordu. O an hayata dair umutlarımı yitirdim. Film gibi Derya’nın hayatı da –içinde umut olsa da- pencereden görünen sonsuz karanlıkla sona ermişti.

Derya’yla birlikte kaybettiğim umudu zamanla geri kazandım. Aradan dokuz yıl geçti kimi zaman umutlanıp Recep gibi hayaller kurdum. Sonra bir yerde durdu hayat. Umudun içine tükürüp elimdeki aynayı yere attım –Recep gibi. Şimdilerde umut denilen şey –Nietzsche’nin dediği gibi- “kötülüklerin en kötüsü”. Umut ettikçe hayat zorlaşıyor, ızdırap artıyor. İnsan yolunu göremeyince korkuyor. Zaten resimler de kımıldamıyor…

Frances Ha’ya ikili bakış


Odağında kadın olan filmler* genel olarak belli bir çizgiyi takip eder. Ya komediye bulanmış bir aşk hikâyesi vardır karşımızda ya da karşılaştığı zorluklara rağmen asla yılmamış, mücadele etmiş ve sonunda kazanmış kadın. Çoğu kez böyle gelişir olaylar ve genellikle son sekansta beliren beyaz atlı prensin getirdiği mutlulukla aydınlanma dönemine girilir. Bundan sonrasında mücadele, hak getire! Çünkü toplumsal cinsiyet kalıplarına sığdırılmış kadının hayatının kalanını, film perdesinde izlemesek bile tahmin edebiliriz: “Evli, mutlu, çocuklu”. Ha, bir de çalışan olmasını es geçmeyelim. Malum, bu kategorilerin içinde de bambaşka bir “mücadele” devam edecektir.

Frances Ha, tüm bu tanımlamaların dışında –iyi ki de öyle. En azından kadınların sıradan yaşamları olabileceği, ille de mücadele etmek zorunda olmadıkları –ya da bazen buna gerek duymadıkları-, oradan oraya savrulabildikleri ve sürekli geleceği planlamanın derdinde olmadıkları gerçeğini gözler önüne seriyor. Evet, biz filmlerde gördüğünüz o (evdeki ve işteki) her işin üstesinden gelen, buna rağmen topuklu ayakkabıları, muhteşem görüntüsü ve üzerindeki tiril tiril kıyafetleriyle iki dirhem bir çekirdek imajı yaratan ve beyaz atlı prensiyle mutluluğa ulaşan süper kadınlar değiliz. Biz, çoğu zaman istediği gibi davranan, her işe yetişemeyebilen, çoraplarıyla da uyuyabilen, dağınık saçlarıyla da yaşayabilen, işle ilgili hırsları olmayan, düz ayakkabılarıyla koşarken düşebilen ve sadece bir erkeğe değil bir kadına da âşık olma ihtimali olan Frances’iz. Özetle, karşımızda –alışılmışın ve beklenenin aksine- mükemmel olmadığını gizlemeyen ve biseksüel ya da lezbiyen olduğunun –sadece- işaretlerini veren bir kadın var.

1. “Mükemmel değilim ne de bir çiçek…”

“Şehir” ve “kadın” yan yana gelip şehirli kadın ya da en genel tanımla modern kadın kavramını ortaya çıkardığında kadınlar için durum zorlaşır -hoş, şehirle yan yana gel(e)meyen kadınlar için de durum zordur ama şimdilik meseleyi şehirli kadın üzerinden ele alalım. Şehir, kadına bir misyon yükler ve tüm karmaşasını kadınının sırtına yükler. Bu süreçte kadın başarılı ve güçlü olmak zorundadır. Çünkü sabah uyandığı andan uyuyacağı zamana kadar yapılacak her şey ona yüklenmiştir. Uyanır, kahvaltı hazırlar, kahvaltıyı toplar, şık ve güzel görünmelidir, işe gider, orada en iyi olmalıdır ya da zaten en iyidir, tüm işleri kusursuzca halleder, eve gelir, ortalık tertemizdir, yemek hazırlar, yemeği toplar, kocasına hizmet eder, çocukları uyutur, ertesi gün hazırlıklarını yapar, yapar da yapar… Ha bu arada ütü, bulaşık, çamaşır gibi bilumum işler ve geriye kalan tüm organizasyonlar ile duygusal işler de kadının sorumluluğundadır tabii. Çünkü üstüne yapışan “süper kadın” yaftasının –ya da Friedan’ın dediği gibi dişil gizemin- altında ezilmekten kurtulmayı başaramamıştır. Tüm bunlara karşı Frances’in dilinden dökülmeyen ama film perdesine yansıttığı bir soru var: Sorumsuz, amaçsız, fütursuz kadın olamaz mı? Cevap, Frances’te ete kemiğe bürünerek çıkar karşımıza: Neden olmasın? 

Frances Halladay, hayatında bir erkeğin varlığını zorunlu gören biri değil, yani bir beyaz atlı prens beklentisi yok. Bu nedenle daha filmin başında en sevdiği arkadaşı için erkek arkadaşından ayrılıyor ve bundan zerre üzüntü duymuyor. Ağlayıp, sızlamıyor ve “kadınlar duygusaldır” kalıbının içine sıkışıp kalmıyor. “Kadının yeri evdir/evidir.” ataerkil düşüncesini de yersiz-yurtsuz olmasıyla altüst ediyor. Şehirden şehre sürüklenirken herhangi bir yerde “aydınlanma” yaşayıp ya da hayatının aşkını/fırsatını bulmuyor. Normal koşullarda olabilecek şeyleri yaşıyor; bizi “Bu ancak filmlerde olur.” diyecek mucizelere yüzleştirmiyor. Aksine birçok kadının izlerken “Bu aslında benim.” dediği/diyebileceği türden bir hayat yaşıyor. Kendini kalıpların içine sıkıştırmaktansa olduğu gibi yaşamayı tercih ediyor.

Bu şu anlama geliyor: Kadınlar mükemmel olmak, iyi görünmek ve her şeyi en iyi şekilde yapmak zorunda değiller. Kadınların tüm işlerin üstesinden bir anda gelebildiği yalanı, onların sırtına yüklenen işlere eril akıl tarafından yaratılan bir kılıftan başka bir şey değil. Bu nedenle Frances, bu yüklerin altında ezilmektense “mükemmel kadın” olmaktan vazgeçmeyi tercih ediyor.

2. Frances: Undateable

Genel düşünce şunu dayatır: “Kadınlar erkeklerden, erkekler de kadınlardan hoşlanır.” Oysa kadınlar kadınlardan (da), erkekler erkeklerden (de) hoşlanabilir.** Buradan yola çıkarak Frances’e başka bir yerden; daha ilk sekanstan itibaren işaretini verdiği fakat film boyunca dillendirmediği duruma bakalım: “Frances neden bir undateable (çıkılamaz)?” ya da başka bir şekilde sormak gerekirse “Frances bir lezbiyen ya da bir biseksüel mi?”

Frances neden undateable olduğunu şöyle açıklıyor: “Bir ilişkide ne istediğimi, neden bekâr olduğumu açıklayabilirim. Zor bir durum, biriyle birlikte olduğunda sen onları seversin ve onlar bunun farkındadır, onlar seni sever ve sen de bunun farkında olursun. Ama bu bir parti ve diğer insanlarla konuşursun, gülersin, ışık saçarsın, odayı araştırır, diğerlerinin gözlerini yakalarsın. Ama bu sahiplenici olman ya da kusursuz bir cinsellik yaşaman için değil, senin bu hayattaki kişiliğinle alakalı bir durumdur. Bu durum hem komik hem de üzücü ama bu hayat sona eriyor ve tam da orada, fark edilmeden, herkesin önünde duran gizemli bir dünya oluşuyor. Ama kimse bunu fark etmiyor. Yani dedikleri gibi etrafımızda başka bir boyut var ama bizde onları algılama yeteneği yok. Bir ilişkiye girmeme sebebim işte bu. Ya da hayata sanırım. Aşka...”  Frances’in bahsettiği herkesin önünde duran gizemli dünya ve arada sırada söylemeye çalıştığı şey, hiçbir zaman açılamadığı Sophie olabilir mi?

Filmin ilk sekansından Frances’in kadın-erkek ilişkilerinde başarısız olduğu ve Sophie’nin sesini duyduğu anda bambaşka hissettiği anlaşılıyor. Daha önce tatmin etmeyen/edilmeyen erkek arkadaşlarını olduğunu gizlemiyor ama Dan’la ayrıldıktan sonra erkeklere –sanki- daha mesafeli bakıyor. Sophie ile kendisini “artık seks yapmayan lezbiyen çiftlere” benzetmesi belki de Sophie’nin bu konudaki düşüncesini öğrenmek için… Sophie ise bu konuda mesafeli. Belki de bu nedenle Frances, Sophie’ye defalarca onu sevdiğini söylediği halde Sophie bunu söylemekten kaçınıyor ya da bu sevginin bir aşk olduğunu anlamak istemiyor. Zaten Frances’in ona olan bağlılığını bildiği halde başka bir eve taşınıyor.

Frances’in Sophie’ye karşı kıskançlığı, tutkusu, “Sen ve ben çıkılamaz kişileriz.” demesi, Sophie ve kendisini “sevişmeyen evli çiftlere” benzetmesi onun bir lezbiyen ya da –daha önce erkek arkadaşları olduğunu göz önünde bulundurarak- bir biseksüel olduğunun işaretlerini veriyor. Ama nedense Frances bunu açık açık söylemiyor. Bu, Sophie’nin bu durumu fark etmemesinden kaynaklanıyor olabilir. Ama Sophie’nin durumu anladığı ve bir şeyler hissettiği halde Frances’in aksine hırslarının peşinden gitmeyi tercih ettiği için bunu gizlediğinin işaretlerini de vermiyor değil.


Daha önce de söylediğim gibi, Frances sıradan ama (toplumsal cinsiyet) kalıpların(ın) içine sığmayan bir kadın. Bu durum onun ilişkilerine de yansıyor. Dolayısıyla sadece gereklilik gibi sunulduğu için biriyle birlikte olmak yerine kendi olmayı, Sophie’ye açılmamayı ve undateable olmayı tercih ediyor olabilir.

Sonuç yerine sona eleştiri
Frances Ha, bir büyüme ya da başarı hikâyesi değil, zaten Frances de aydınlanmayı bekleyen, bir baltaya sap olmaya çalışan bir karakter değil. Ya da bazı eleştirmenlerin söylediği gibi düşe kalka öğrenen, hayatını toplamaya/düzene koymaya çalışan bir kadın da değil. Frances, son sekansa kadar anı yaşayan, içinden geldiği gibi davranan, kabına sığmayan bir kadın. Buna rağmen film, bir dans koreografı olan Frances’in başarısıyla sona eriyor. İzleyici ister istemez Frances’in ne ara bunları yaptığını merak etmeden duramıyor. Bu son Frances’in posta kutusuna sığmayan ismi gibi ona dar geliyor. Çünkü Frances, bu sonla birlikte başlayan hayata -posta kutusundaki ismi gibi- sığmayacak kadar iyi bir karakterdir.

* Politik feminist filmleri bu genellemenin dışında tutuyorum, çünkü yazıda bahsi geçen filmler politik bir çizgi takip etmediği için aynı genelleme içinde değerlendirilmeleri doğru görünmüyor.

** Burada, queer kavramından yola çıkıp ikiden fazla cinsiyetin olduğu düşünülerek bu cinsiyetlerle de belirli kombinasyonlar oluşturulabilir.