II. Dünya Savaşı sırasında askere giden erkeklerin yerini, “ucuz iş
gücü” olarak kadınlar alır. Kadınlar aktif çalışma hayatına atılırken
onlar için belirlenmiş “kutsal” mekândan, evlerinden uzaklaşma şansı
yakalarlar. Savaş sonrası, erkeklerin evlerine ve üretime dönmesiyle
kadınların çalışması yeniden üretime vurulan bir darbe olarak görülür.
Kadınların evlerine gönderilmeleri/ kapatılmaları için yeni politikalar
izlenir, ki yeniden üretim ve üretim zeval bulmasın. Bu süreçten sonra
bir kez daha -ve daha kalın çizgilerle- cinsiyetçi iş bölümünün
sınırları çizilir. Dolayısıyla kadın tekrar anneliğe, bakım emeğine ve
ev işlerine yönlendirilir.
Zaman içinde kadınlar kendi özgürlüklerini elde etmeyi, etraflarına örülen duvarları yıkmayı ve bir birey olarak ayakları üzerinde durmayı başarırken “üretim aşkı” ile yanıp tutuşan sistem, kadını yeniden üretime hapsetmek için çabalar. Bunu yaparken “toplumsallaşmayı” neyin, nasıl üretileceğini-tüketileceğini yayarak, öğreterek, içselleştirerek, dayatarak bilinçaltına yerleştiren bir güçten, medyadan yararlanır. Var oluşunu tüketimle açıklama çabasında olan modern birey, başkalarının onu nasıl gördüğü sorunsalı ile cebelleştiği için “kültürel üretimin vazgeçilmez parçası” haline gelen medyanın her türlü tuzağına düşmeye hazırdır.
Toplumsal davranışların yönlendiricisi, reklamlar bu tuzaklardan biri. Reklamlar aracılığıyla zihnimize kazınan roller kişileri konumlandıran, belirleyen bir pozisyonda bulunur. Dolayısıyla reklamlar aracılığıyla “standart/ normal” olanın ne olduğunu öğrenmeye başlar, öte yandan mevcut güç ilişkileri hakkında fikir sahibi oluruz. Bu noktada bir pazarlama aracı haline gelen cinsiyet mefhumu önplana çıkar. Çünkü üretim ve yeniden üretim üzerinden kurulan güç dengesi ancak “standart cinsiyet rolleri” ile süreklilik kazanabilir. Bu nedenle bu rollerin reklamlar aracılığıyla bilinçaltına yerleştirilmesi farz haline gelir.
Biyonik yaratıklar
Daha doğmadan renkler aracılığıyla belirlenen kadınlık ve erkeklik,
daha sonra gözlemlerimiz, ders kitapları, televizyon dizileri, filmleri,
reklamlar vs. aracılığıyla benimsetilir. Kadınlar yeniden üretimin
sağlayıcısı olarak henüz çocukken ellerine tutuşturulan bebekle “küçük
anne” olmaya alıştırılır. Bu sayede “standart” rollerin kurulmasında
sağlam temeller atılmış olur. Bundan sonrası sürekliliği sağlamakla
ilgilidir. Bunun için de reklamlar biçilmiş kaftandır (çünkü reklamlar
bir yandan rollerin devamlılığını sağlarken, öte yandan tüketimi
hızlandırarak üretimi ve yeniden üretimi sağlar).
Reklamlarda kadınlar özellikle geleneksel rollerle ön plana çıkar. Daha açık bir deyişle eğer kadın bedeniyle ön plana çıkmıyorsa geleneksel rolüyle yani anneliği, ev kadınlığı rolüyle sahnededir. Bu nedenle kadınlar bulaşık yıkayan, ütü yapan, evi temizleyen, yemek pişiren, evinin tertemiz olması ve tüm işlerin bitmesi gibi “kutsal amaçlar”la neredeyse bir robot haline gelmiş “biyonik yaratıklar” olarak sunulur. Üstüne üstlük tüm bu görevleri yaparken hallerinden son derece “memnun”durlar. Çünkü ücretsiz ev emeği göze batarken kendini gerçekleştirmek için asla vakit bulamayan ve aslında tükenen kadınlar bunu çocuklarını, eşlerini, yakınlarını “sevdikleri” için yaparlar. Bu madalyonun gösterilmek istenen yüzü. Peki ya görünmeyen, gizlenen yüzde neler var? Bunu ev kadınlarına emeklilik hakkını “satmak” için yapılmış bir reklam aracılığıyla anlatmak durumun somut bir şekilde açığa çıkmasına yarayacaktır.
Sezerlerin yöneticisi
Yine bir evdeyiz yani kadının kutsal mekânında. Ekrandaki kadın, son
derece heyecanlı ve mutlu bir şekilde kendini tanıtıyor: “Ben Deniz
Sezer. Sezerlerin yöneticisiyim.” İş yerinin erkenden açıldığını,
servise yapılan hazırlıklardan sonra diğer işlerin başladığını,
yoğunluğun gün boyu sürdüğünü, pazar araştırmalarına çıkıldığını,
sunumlar hazırlayıp toplantılar yaptıklarını daha sonra başka mesailerin
başladığını, işinin gecesi gündüzü olmadığını anlatıyor. Bu arada
reklam filminde bir ev kadının gün boyunca yaptığı işler gösteriliyor.
Evi havalandırmak, çocukları uyandırmak, kahvaltı hazırlamak, çocuklarla
ilgilenmek ve onları okula göndermek, evi toplamak, alışveriş yapmak,
yemek hazırlamak onun görevleri olarak daha doğrusu “işi” olarak
gösteriliyor. Yani kadınların ev içi ücretsiz emeğinin karşılıksız
kaldığı ve aslında ev kadınlarının gün boyu çalıştıkları gösteriliyor.
Fakat son cümle ev kadınlarının ücretsiz ev içi emeğini görünmez kılmak
için yetiyor da artıyor: “Ama severek yapınca bu dünyanın en güzel işi.”
Yani bunun iş olduğunun farkındalığı mevcut fakat “sevgi” adı altında
dünyanın en güzeli haline getiriliyor. Daha sonra o “tanrısal ses”
emekliliğin ev kadınlarının da hakkı olduğunu “buyuruyor”. Tabii bu hak
da parayla.
E, madem?
Özetle kadın şefkat, sevecenlik, güven, sevgi, aşk kavramları
aracılığıyla ev içi emeğe sıkıştırılıyor. Yaptığı iş ücretsiz olduğu
için değersiz gösteriliyor. Çoğu zaman tüm güne yayılan mesaisiyle, gece
vardiyalarıyla, sabah akşam tatil yapmadan çalışıyor. Tüm bunlara
karşılık sosyal güvenlik hizmetlerinden yararlanmak için bir eşe,
babaya, erkeğe bağımlı olmak zorunda kalıyor ve emeklilik hizmetinden
yararlanamıyor ya da bir erkeğin parasıyla bu hakka sahip olabiliyor.
Madem ev kadınlarının bu kadar çok şeyi bir anda yapabildikleri ortada
öyleyse bunun ücretlendirilmesi gerekmiyor mu? Madem annelik bu kadar
yorucu, çocuk yapmayı teşvik eden politikalar yerine ev içi emeği
ücretlendirmek için yeni politikalar üretmek gerekmiyor mu? Madem
kadınların bu kadar çok şeyi bir arada yaptığı bu kadar ortada, bunun
için gerçek bir iş bölümü gerekmiyor mu? Madem ev kadınlığı bu kadar
zor, kadınların geleceğinin güvence altına alınması için sosyal
güvencelerden faydalanması gerekmiyor mu? Artık kadının sevecen anne
rolü yerine kadın olarak kendini inşa etmesini kolaylaştırmak, esnek
olmayan, güvenceli işlere istihdam edilmesi gerekmiyor mu? Ve madem
“emeklilik ev hanımlarının da hakkı” öyleyse kadını erkeğe bağımlı kılan
bir sistemle yani “erkeğin parası”yla alınacak bir emeklilik sistemi
sunmak yerine bunu bizzat devletin karşılıksız olarak kadınlara sunması
gerekmiyor mu?