Türkiye’de her
üç kadından biri kocası/babası/akrabası/sevgilisi tarafından şiddet (dayak,
taciz, tecavüz, …) görüyor ve her gün üç kadın öldürülüyor. Erkeklerin
böylesine şiddetli “sevgisine” maruz kalan kadınlardan bazıları katillerinden
kaçmak için çareyi sığınmaevlerinde arıyor. Fakat sığınmaevlerine sığınma
kategorileri her kadının buradan medet ummasını engelliyor. Bugün Türkiye’de
nüfus 75 milyona yaklaşırken sığınma evleri sayısı altmış dokuzu geçemiyor. Hal
böyleyken kadınlar şiddetten, dayaktan, tacizden, tecavüzden hatta
öldürülmekten kaçmak için sığınacak bir yer bulamıyorlar.
Medeni kanun her ne kadar kadın erkek eşitliğini sağlama çabasında görünüyorsa da henüz derin eksikliklerin olduğu aşikâr. 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Yasa da kadını koruyacak gibi görünüyor ama bu yasanın da henüz (13 yıldır) uygulamaya geç(e)mediği görülüyor. Bu nedenle gün geçmiyor ki, bir kadın daha alışverişe/komşusuna/dışarıya/işe gitti diye, dar giysiler giydi diye, erkeklerle konuştu diye vb. canından oluyor. Devlet ise bu duruma “haksız tahrik indirimleri” ile “destek” oluyor. Çünkü kadını kutsal aile söyleminin dışına çıkaran bu eylemler erkeği “tarik ediyor”. Ataerkil zihniyetin dışına çıkamayan hâkimler ve yasa koyucular da erkeğin eylemlerini haklı bulmakla yetiniyor. Dolayısıyla kadın zindana dönen hayatından kurtulmak için çareyi sığınmaevlerine sığınmakta buluyor.
Oysa sığınmaevleri; başlangıç olarak yetersiz sayısıyla, kimilerinin güvenilirlik ve gizliliği sağlayamamasıyla, kimilerinin yaş sınırı belirlemesiyle, kimilerinin kadının geçmişini temel almasıyla (seks işçisi, alkolik, madde bağımlısı kadınların kabul edilmemesi gibi), ataerkil yapılanmalarıyla, hiyerarşiyi barındırmalarıyla, sınırlı sürede sığınılacak mekanlar olmalarıyla kadını korumak yerine çoğu zaman kadının evine yani fiziksel, psikolojik, ekonomik, cinsel şiddetin olduğu mekanlara geri dönmesine sebep oluyor. Sığınmaevleri kadınlar ve çocukları için güvenli ve şiddetten korunabilecekleri yerler olarak algılanıyor. Fakat iktidar ve yöneticiler bu algının kırılması konusunda çabalıyor. Örneğin Başbakan “bizim kadınımız sığınamaz” diye bir söylemde bulunuyor. Bu durum erkek şiddetinin teşhir edilmesinin önünü kapatan bir yapı içeriyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı SHÇEK’lerden “kadınları kocalarıyla barıştırılması” isteminde bulunuyor. Bazı sığınmaevi yöneticileri ise kadınların buraya bağlanmaması, özenmemesi için yani evlerine geri dönmeleri için sığınmaevlerinin standartlarını yüksek tutmadıklarını belirtiliyor. Dolayısıyla devletin kendi eliyle kadının şiddete teslim edildiği görülüyor.
Birçok sığınmaevi gizlilik politikasına özen gösterdiği halde çelişkili durumlar ortaya çıkıyor. Kadınların her türlü şiddetten korunmak için sığındıkları sığınma evleri kimi zaman şiddet uygulayan kocanın rahatlıkla bulabildiği bir yer oluyor. (Sahi şiddet uygulayan erkek sığınmaevinin yerini nereden biliyor?) Aynı şekilde şiddet uygulayan koca savcılığa eşinin kayıp olduğunu bildirdiği anda buradan kadın sığınmaevinin adresini alabiliyor. Sığınmaevi yöneticileri ise kadınları eşleriyle barıştırmak için çaba sarfediyor ve kadının arkasındaymış gibi görünerek kadını şiddete teslim ediyor. Sığınmaevlerinin gizlilik politikasının çelişkili yönü ise şu noktada: Kimi sığınmaevi yöneticileri kadınları korumak amacıyla onlara cezaevi hayatı yaşatabiliyor. Oysa kadın zaten bir şiddet ortamından kaçtığı için bir travma yaşıyor ve bu noktada psikolojik desteğe ihtiyacı oluyor. Kadının sığınmaevine hapsedilmesi onun yaşadıklarını atlatmasını sağlamak yerine kendi içine kapanmasını ve kendini etrafa karşı izole etmesine sebep oluyor.
Sığınmaevlerinin bir diğer çıkmazı ise kadınların burada kalma sürelerinin kısıtlı olmasıdır. Genel olarak üç aylık bir süre içinde sığınmaevini terk etmesi istenen kadınlar zaten yaşadıkları şiddetin etkisinden kurtulamadan kendi ayakları üzerinde durma çabası içine girmeye çalışıyorlar. Ancak yukarıda belirtildiği için gizlilik adına bir cezaevini andıran sığınmaevlerinde kalan kadınlar buradan dışarı çıkamadıkları için, sosyalleşemedikleri için, bir iş bulamadıkları için maddi yetersizliklerin kurbanı oluyor ve üç ayın sonunda terk etmeye çalıştıkları şiddet ortamına geri dönmek zorunda bırakılıyorlar. Diğer sığınmaevleri ise (yani kadınları hapsetmeyenler) yine üç aylık süre sunduklarından kadın kendi ayakları üzerinde durmaya öğrenmeye başlasa da bu süreç yeni bir ev kurmasına ve geçindirmesine olanak sağlamıyor. Bu nedenle sığınmaevlerinde kalma süresi de kadını evine geri dönmeye mecbur bırakan etkenlerden biri oluyor.
Bu noktada kadın sığınmaevlerini sunum modellerine göre ayırmak gerekiyor. Çünkü kimi sığınmaevleri (Mor Çatı ve VAKAD) feminist kurama göre hareket edip kadının kendi ayakları üzerinde durmasını, sosyalleşmesini, iş hayatına atılmasını ve kendine yeni bir hayat kurma noktasında 3 ay gibi sınırlı bir sürede sığınmaevinden ayrılma koşulunu sunmaz. Belediyelere ve SHÇEK’e bağlı sığınmaevlerinde ise durum değişiyor. SHÇEK’e bağlı sığınma evleri geleneksel sosyal hizmet modelini izliyor ve “aile odaklı” bir politika benimsiyor. Yani asıl amaç sığınmaevine gelen kadınların şiddetten bir süre uzak kalmasını sağlamakla kalıyor. Daha açık bir deyişle ataerkilliğin izlerinin sürdürüldüğü bu modelde kadın evde olmadığı süre içinde sığınmaevinde misafir ediliyor; yani sokağın “kötülüğünden” kurtularak güvenli bir ortama teslim oluyor, böylece eşi onu almaya geldiğinde -sığınmaevinden aldığı belgeyle- kadının nerede olduğu konusunda şüpheye düşmemiş oluyor. Belediyelere bağlı sığınmaevlerinde ise durum belediyenin siyasi görüşüne göre değişiklik gösteriyor. Muhafazakâr partili belediyelere bağlı sığınmaevleri kadın bakış açısını yadsıyarak, hatta bunu onaylamayan bir yapıyla, aile odaklı, kadının evine geri dönmesini sağlamaya odaklanan bir yapıya sahiptir. Bu belediyeler sığınmaevlerini bir hayır kurumu olarak görüyor ve buraya gelen kadınları koruyarak hayır işlediklerini düşünüyorlar. Öte yandan kaderci bir tutum takınarak, “kadınların kontrol altında tutulmaları gerektiğini” düşünüyorlar ve “kadının evine geri dönmesi dışında bir çare olmadığına” inanıyorlar (Songül Sallan Gül, Türkiye’de Kadın Sığınmaevleri: Erkek Şiddetine Uzak Yaşama Açılan Kapılar Mı?, İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 2011, s.108). Kimi sol partili sığınmaevleri ise “sığınmaevi çabalarının yetersiz olduğunu, sadece şiddetin ertelenmesini sebep olduğunu, kadınların eve dönmek zorunda kaldıklarını ve sorunu çözmede yetersiz kalındığını” belirtiliyor (s.108).
Sığınmaevlerinin amacı, Türkiye’deki birçok sığınmaevinin izlediği politikada olduğu gibi, eşleri barıştırmaya odaklanmamalıdır. Amaç kadının şiddetten korunmasını/kurtulmasını sağlamak olmalıdır. Bugün Türkiye’deki sığınmaevi sayısına bakıldığında sayının yüzü bile geçmediği oysa 1400 civarında olması gerektiği görülmektedir. Her ne kadar 50000in üzerinde nüfusa sahip belediyelerde bir sığınmaevi olması gerekse de belediyeler bunu rant aracı olarak kullanamadıklarından, hatta kimi zaman kadının evinden uzaklaşmasına sebep olarak görülen mekanlar olarak görülerek oy kaybına sebep olduklarından kanuna eklenen “ivedi ise” ve “maddi durum yeterliyse” sözcüklerinin ardına sığınarak sığınmaevi açma işini erteliyorlar. Oysa bu durum ataerkil yapıyı bir kez daha güçlendirmekten ve kadının konumunu aileye, şiddete, eve hapsetmekten başka tek bir şeye sebep oluyor: Kadın cinayetlerine.
Songül Sallan Gül
Türkiye’de Kadın Sığınmaevleri: Erkek Şiddetine Uzak Yaşama Açılan Kapılar Mı?
İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 2011.
278 s.
http://www.amargi.org.tr/?q=node/896