Popüler kitapların yazılması
kadar okunması da kolaydır. Şöyle bir çırpıda zaten incelikle oluşturulmamış
konuya hâkim olunur, “Boş zamanlarınızda neler yaparsınız?” sorusuna ithafen
“Kitap okurum.” yanıtını verebilecek kıvama gelinir. Oysa kitap okumak boş
zamanlarda yapılacak bir eylem olmadığı gibi, kitap yazmak da “çok satmak”
düşüncesindeki bir ticari kaygı değildir. Fakat bunu, kendini “bestseller”lar
üzerinden para kazanmaya adayanlara anlatmak şimdilik pek de mümkün görünmüyor.
Öyle ya tüketim çağındayız ve kitaplar da dâhil her şey ortaya atıldığı anda
tüketilmek zorunda (!). Ve İşte Onu Böyle
Kaybedersin de belli ki “çok satma” kaygısıyla yazılanlardan. Bu ödüllü bir
yazar için ağır bir itham olabilir. Ancak günümüz ödüllerinin, çoğu kez bahsi
geçen kaygıyı buram buram hissettirenlere/taşıyanlara gittiği de aşikâr. Bu
nedenle Junot Diaz’ı daha önce okumadan yapılan bu eleştiri, aslında yazarın
içinde barındırmak durumunda kaldığı kaygıyadır.
Kitap, “Domik erkekleri aldatır.”
klişesi üzerinden ilerliyor. Baştan sona kadar anti-kahraman Yunior’un
ülkesini, çocukluğunu, abisini, babasını ve -en çok da- sevdiği/aldattığı
kadınları defalarca nasıl kaybettiğini anlatıyor. Magda, Nilda, Alma, Sıska,
Lora, Pura… Yunior’un aldatarak kaybettiği kadınlardan bazıları –ya da bize
anlattıkları. Kadınların varoluşunu bedenleri ve cinsel performansları
üzerinden kuran yazar, bunu “siyah Amerikalıların sokak diliyle konuştuğu için”
yapıyor gibi görünse de çoğu kez cinsiyetçi ve rahatsız edici olmaktan öteye
gidemiyor. Bu nedenle kendi nihilizmlerinin hikâyesini kurmaktan çok
cinsiyetçilikleriyle ön plana çıkıp, seksle kafayı bozmuş ergenler gibi
davranan iki adamın hikâyesini anlatan Kaybedenler
Kulübü (2010, Tolga Örnek)’nü de hatırlatmıyor değil. Tek bir öyküde
(“Başka Sefer, Başka Hayat”) bir kadının bakış açısına bürünerek, aldatmayı
değil aldatılmayı anlatırken cinsiyetçi olmamayı başardığı için suçlanacak kişi
Diaz değil de Yunior gibi görünüyor. Fakat bu, bıkmadan usanmadan sadece
poposundan, memelerinden, “nasıl düzüştüğünden” bahseden ve anılan kadınlar
hakkında bunlar dışında neredeyse hiçbir ayrıntıya yer vermeyen Diaz’ı aklamaya
yetmiyor.
Görünen o ki Diaz, bu cinsiyetçi
dili ve yansıttığı diğer temel sorunları, hayatı Latin Amerikalıların gözünden
anlatmak için yapıyor. Latin Amerikalıların yaşadığı neredeyse tüm sorunları
dile getiriyor. Fakat bunu yaparken öyle bir üslup kullanıyor ki sanki asıl
önemli olan Latin Amerikalıların yaşadığı işsizlik, uyuşturucu, göçmenlik,
adaletsiz koşullar vs. değil de Yunior’muş gibi görünüyor. Yazar bu noktada
başarılı olabilseydi hem Yunior’un hem de Latin Amerikalıların problemleri aynı
minvalde ilerliyor olurdu. Fakat durum öyle bir hal almış ki, sorunlar
anti-kahramanımızın yaşamının arka fonundaki bir tınının tınısı olmaktan öteye
gidemiyor. “Aldatan erkek, kaybeder.” teması yazarın aklını başından almış gibi
görünüyor.
Yazarın hayatıyla çakıştığı
söylentisine karşı sadece biyografik öğelerin çoğu kez, çok da ilgi görmediğini
hatta (anlatım, konu vs. bakımından) “ilginç” bir tarafı olmadığı sürece okur
tarafından tercih edilmediği artık tahmin edilmeyecek bir şey değil. Buna
rağmen Diaz, bu öğeleri ajitasyona o kadar çok buluyor ki, satırları her
okuyuşunuzda yazarın sizi ağlatma çabasını görmezden gelemiyorsunuz. Hayattaki
kayıplara/elimizden kaçırdıklarımıza atıfta bulunurken Yunior’un ahlanıp
vahlanmaları öylesine dramatize edilmiş ki neredeyse “Ben bunları yaptım ama
bir sor neden yaptım?” edalarına büründürülürmüş. Oysa Yunior’un yaşadıkları
psikolojik nedenlerinden çok ahmakça olmalarıyla ön plana çıkıyor.
Ve İşte Onu Böyle Kaybedersin, kadınları bir aldatma nesnesi olarak
görmekle kafayı bozmuş bir adamın, Yunior’un hikâyesi. Kendini “Kötü biri
değilim. Bunun kulağa defansif, ilkesiz geldiğini biliyorum; ama doğru. Herkes
gibiyim; zayıf, hata dolu, fakat temelde iyi.” diyerek anlatmaya başlamak,
temel düşüncesi “Bana harikulade bir kız göster sana onu sikmekten bıkmış birini
göstereyim.” olan birinin cinsiyetçiliğini meşrulaştırdığı gibi
sıradanlaştırıyor. İncelikli bir bakış açısına ve anlatıma sahip olmadıkça
yılın en iyi kitapları seçkisinde yer almanın, National Book Award 2012
finalisti olmanın hiçbir anlamı kalmıyor. Bu nedenle bu kitap da diğer birçok
“bestseller” gibi Amerikan kültür endüstrisinin yarattığı çöplükte kaybolacağa
benziyor.