Bundan 9 yıl önceydi. Derya “Birlikte sinemaya gidelim mi?” dedi. Ben
de kabul ettim. Tek bir soru vardı yanıtlanması gereken: Hangi film? O
zaman gösterimde olan filmleri hatırlamıyorum. Ama bu soruyu sorduğumuz
anda aklıma düşen tek bir film vardı: Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak.
Filmi çok bildiğimiz için ya da film çok gişe yaptığı için değildi bu
seçenek. Zaten sadece bir sinemada ve sabahın körü seansında oynayan bir
filmin gişe derdi olmayacağını da biliyorduk. Bu film, öncelikle o
zaman platonik duygularla âşık olduğum adamın tavsiyesiydi hem de içinde
umudu barındırıyordu. Derya’nın da benim de umuda o kadar ihtiyacımız
vardı ki…
Kasım’ın son haftasıydı. İstanbul, puslu, basık ve karanlık bir
sabaha uyanmıştı. Ben böyle günleri de, kışı da sevmezdim. Yaz çocuğu
olduğum için yılın on iki ayı, yazın kızgın sıcağında buharlaşacak
duruma gelsem umurumda olmazdı. Beyoğlu’na vardığımda on metre ilerisi
görünmeyecek kadar sisliydi hava. Neyse ki Derya da çok bekletmemişti
beni. Kol kola girip İstiklal’in tam ortasından yürümeye başladık. Saat
çok da erken değildi aslında ama ortalık tenhaydı. Derya’nın koluma
biraz daha sıkı sarılıp, adımlarını sıklaştırdığını hissettim. İçimden
“O da benim gibi, böyle günleri sevmiyor anlaşılan.” diye düşündüm.
Adımlarını hızlandırırken on-on beş adımda bir dönüp arkaya bakmasını
garip karşılamaya başladım. Tam bunu söyleyecektim ki sinemanın sokağına
dönmüştük ve Derya koluma sarılmayı bırakmıştı. Seansı da kaçıracaktık
neredeyse. Bir şey söylemedim Derya’ya. Neyse, unuttum gitti. Bana “Ben
Taksim’de yürümekten korkuyorum, tekinsiz geliyor bana.” dedi. “Bir de
hava böyle sisli olunca…” “Haklısın.” dedim, “İnsan yolunu göremeyince
korkuyor.” Dolu dolu baktı gözlerimin içine. Sonra film başladı, ikimiz
de gözlerimizi perdeye çevirdik.
Film, Recep ile Mehmet’in 60’lı yıllarda sinemacı olma hayallerini
anlatıyordu. Biri karpuzcunun, diğeri berberin çırağıydı. Öyle çok fazla
bir şey kazanmıyorlardı. Karın tokluğuna çalışıyorlardı, ilerde bir
zanaat sahibi olabilmek için. Ceplerindeki, bir kamera almaya hayatta
yetmezdi. Ama ikisinin de umudu, sinemacı olmak hayalleriyle aynı yerde
birleşiyordu. “Ah bir recisör olsam…” diyordu Recep, sinemanın önündeki
kopuk filmleri almak için çöpleri karıştırırken. Tek yol göstericileri,
seyircinin nerden geldiğini bilmediği o kitaptı. Kitapta filmleri
oynatabilecekleri bir projeksiyonu nasıl yapacakları adım adım
anlatılıyordu. Ama Recep’in yatır dedesine anlattığı gibi “Aslında
saniyede 24 kare kımıldatıyoz emme gene de resimlerin oynadığı yok.”
Recep yatır dedesinden medet umsa da resimler kımıldamıyordu işte.
Üstüne üstlük kendinden yaşça büyük olan Nihal’e âşık olmuştu. Sevdiği
kız için bile yatır dedesinden medet umuyordu; belki olur diye… Belki
bir gün Nihal de -annesi gibi- Recep’in güzel saçlarını severdi.
Ama Recep’in işleri yolunda gitmedi, tam umut edecekken önce ipek
gibi saçlarını arkadaşı için feda etti, sonra ustası iflas etti.
Resimler kımıldamadı, Nihal’i görmek bir hayal oldu. Günlerden bir gün
çabaları sonuç verdi. Resimler kımıldamaya başladı. Bu, arkadaşları Deli
Ömer için de bir umut oldu. Üç pilli fener karşılığında ölen
nişanlısını canlandırmalarını istedi. Recep’le Mehmet akşamı beklemesi
gerektiğini söylediler. Tam vaktinde ordaydı Deli Ömer; bekledi,
bekledi… Gelen giden yoktu, zaten nişanlısı da canlanmamıştı. O da
umudunu yitirdi ve nişanlısını canlandırmayan makineyi kırdı. Recep, o
akşam Nihallerin başka bir şehre taşındığını öğrendi. Onca uğraşa rağmen
yaptıkları makinenin de kırıldığını görünce ustasının sözlerini
hatırladı: “Karpuz kabuğundan gemiye binersen çabuk inersin.” Her şeye
rağmen Recep’le Mehmet’in içindeki umut tükenmemişti, sonunda bir kamera
almaya karar verdiler ve film açık pencereden görünen sonsuz karanlıkla
sona erdi.
Film bittiğinde benim içimde umut vardı. Derya’nın da öyle… Bu iki
çocuğun bıkmadan, usanmadan hayallerinin peşinden koşması ikimize de
umut vermişti. İçimizde bin bir umutla İstiklal’e çıktık. Durağa kadar
konuşmadan yürüdük. Birbirimizi öptük, vedalaştık.
Bir daha görüşememiştik Derya’yla. Hayatın rutin yoğunluğunda ihmal
edilen önemli insanlardan biriydi. Aradan bir ay geçmişti. O akşam
telefonum çaldı. Arkadaşım Derya’nın soyadını sormak için aramıştı. Çok
iyi bildiğim halde arkadaşımın sesindeki telaşın içimde yarattığı
korkudan unutmuştum her şeyi. “NTV’yi aç, galiba Derya’yı öldürmüşler.”
diyordu. Ses kulağımda anlamsız bir hale gelmişti, ölüm ve Derya’yı aynı
cümle içinde duymak zaten garipti. “Öldürülmek” her şeyi iyice
anlamsızlaştırıp bir uğultuya çeviriyordu. Derya’nın neden hızla
yürüdüğünü, neden birine sığınması gerekiyormuş gibi koluma sarıldığını,
gözlerindeki korkuyu ve etrafı tekinsiz bulmasını… O an sanki bir
şeylere kılıf uydurmaya çalışıyordum.
Televizyonu açtım, kumandayı elime aldım, kanalları değiştirmeye
başladım. Haberlerde Derya’nın fotoğrafını gördüm. İşte o an Recep’in,
Nihal’in taşındığını öğrenince donduğu gibi dondum. Kumanda elimden
düştü. Haberleri sunan tok ses Derya’yla birlikte ailesinin ve 3
yaşındaki yeğeninin öldürüldüğünü söylüyordu. O an hayata dair
umutlarımı yitirdim. Film gibi Derya’nın hayatı da –içinde umut olsa da-
pencereden görünen sonsuz karanlıkla sona ermişti.
Derya’yla birlikte kaybettiğim umudu zamanla geri kazandım. Aradan
dokuz yıl geçti kimi zaman umutlanıp Recep gibi hayaller kurdum. Sonra
bir yerde durdu hayat. Umudun içine tükürüp elimdeki aynayı yere attım
–Recep gibi. Şimdilerde umut denilen şey –Nietzsche’nin dediği gibi-
“kötülüklerin en kötüsü”. Umut ettikçe hayat zorlaşıyor, ızdırap
artıyor. İnsan yolunu göremeyince korkuyor. Zaten resimler de
kımıldamıyor…