30 Temmuz 2012 Pazartesi

Bir Çocuk, Bir Kadın, Bir Anne



Bu bir kadının ve onu çok seven çocuğunun öyküsü gibi görünse de –yaşanan her şeyi Kenan aktarsa da- aslında bütün hikâye Dilber Hanım’ın imgesiyle ifade edilen Anadolu kadınının hazin öyküsüdür. Bir kadının yaptıkları, yapamadıkları, yapmak istedikleri ve yapmak zorunda oldukları ile oğlu Kenan’ı “okutmak” uğruna verdiği mücadele ile örülmüş bir “ölüm-kalım” meselesi. Dilber Hanım’ın imgesinde kadın emeğinin görünmezliği, ataerkil zihniyetin kadına dayattıkları ve kadının bu ataerkillikten sıyrılarak çocuğunu büyütme çabaları açığa çıkar.

Her şey bir hastane odasında başlar ama bu hem sonun hem de başlangıcın ifadesidir. Bir yandan Dilber Hanım ölümü bekler diğer yandan Kenan annesinin yaşadığı acıları anlatmaya başlar –kendi anılarıyla. Kenan’ın gözünde annesi bir melek, bir prensestir. O annesini gözünden sakınır ve hastaneye her geldiğinde kahrolur. Ataerkil zihniyetin aksine Kenan “anneci”dir.  Bu durumun sebebi açıktır. Kenan tek ebeveynli bir çocuktur. Annesiyle büyümüştür. Babaannesinden, dedesinden hatta belki babasından gelen ataerkil bir dayatma ile karşılaşmıyor. Bu durum akla tam tersini de getiriyor. Kenan babaannesinin yanında büyüseydi annesini yine bu kadar sevebilir miydi? Sorunun cevabı kitabın ilerleyen sayfalarında bulmak zor değildir.

Kenan’ın babaannesi ataerkil zihniyetin ürünü olan kadınlardandır. Bu noktada her kadının aynı ezilmişliği yaşasa dahi ataerkilliğin ağlarından sıyrılamadığı açıkça gözlenir. Kim bilir belki Kenan’ın babaannesi de kayınvalidesinden aynı şeyleri gördüğünden gelini Dilber’e böyle davranmaktadır: “Koca kadın oldun, utanmıyor musun gündüz gözü kocanla fingirdeşmeye? Bir işe yarasa bari! Çocuk bile doğuramadın! Hem çamaşırlar daha ıslak ıslak duruyor. Güneş geçiyor, sersene onları!” (s. 88.) Ataerkil zihniyetin gözünde kadının “görevleri” malum: Çocuk doğurmak ve ev işlerini yapmak- kısaca “bir işe yaramak”. Dilber Hanım’ın karşılaştığı dayatmalar da “sadece” bunlardan oluşan bir yumak gibi karşısına çıkar.

 Oysa daha çocukken, ona sormadan, ağabeylerinin ve –belki de sadece iyi “başlık parası” verdiğinden- babasının seçtikleri kişiyle evlendirilir. Bir kez bile konuşmadan/ görüşmeden “namusa leke gelir korkusuyla” dayak yiyeceğinden başını kaldırıp evleneceği kişiye bakamaz. Çünkü o bir kız çocuğudur. Kız çocuğu demek “namus” demektir. Dilber, çocukluğunda oynadığı oyunlarda bile bu dayatma ile yüz yüzedir. Daha on bir, on iki yaşında sokakta oyun oynadığı için ağabeyleri tarafından bağırta bağırta dövülmesi de bu nedenledir.

Bu acıları yaşayan birçok kadın gibi, Dilber Hanım da bunları sineye çeker. Kadın olmanın, Anadolu’da kadın olmanın, tüm zorluklarını yaşar. Sonra oğlu Kenan onun tüm umudu olur. Onu tüm ataerkilliğin ağlarından uzak bırakarak büyütür. Öyle ki Kenan âşık olduğu kıza duygularını açmayı düşündüğünde “ne var ki kızı erkeği mi olur bu işlerin” diyebilmiştir. Bu Kenan’ın yetiştirilme tarzı ile ilgilidir. Kenan belki de annesine yapılan dayatmaları görse böyle düşünmeyecektir. Her ne kadar Kenan bunları annesinden birer anı olarak dinlediğinde içi sızlasa bile bu durumların yaşandığı zamanın içinde bulunsa belki o da annesine erkek akıl ile bakmaktan kendini alamayacaktı. Oysa Kenan’ın gözünde annesi bir melektir. Çünkü o, “evini geçindirmek, oğlunu okutmak için ameleliği meslek bilmiş, sıcak soğuk demeden bağda, bahçede, bostanda ömrünü eritmiştir.” (s. 9.) Dilber Hanım’ın tek amacı oğlunun aynı acıları yaşamaması belki de yaşatmamasıdır. Her ne kadar bunlar Dilber Hanım’ın kendi istekleri olsa da annelerin de yorulacağı ve anneliğin sadece –Kenan’ın düşündüğü gibi- “yaşatmak için yaşamak” olmadığını, anne olan bir kadının da hayatına kaldığı yerden devam edebilmesi gerektiği yansıtılamamıştır. Çünkü bir kadının doğurganlık özelliği, çocuk doğurduğu zaman tümüyle kendini çocuğuna adaması anlamına gelmemelidir. Buna rağmen Dilber Hanım çocuğu için yaşamaktadır.

Hastane odasında, ölüm döşeğinde bile çocuğunu düşünmektedir. Çocuğunun üzülmesine dayanamaz Dilber Hanım, bu durum onun için yoksulluktan, yoksunluktan, tek başına yaşamaktan, tek ebeveyn olmaktan ve “dul bir kadın” olmanın dayattıklarından bile daha ağır gelir. Onun için oğlu her şeydir. Belki de Dilber Hanım yapmak istediklerini Kenan’a yaptırabildiği için böyle düşünmektedir. Ama en çok da bir çocuğu sevmenin hayatı sevmek olduğunu düşündüğü için yapmıştı bunları. Çünkü hayatı yaşayamasa da, kendi deyişiyle “gün görmese” de hayata tutunur.

Dilber Hanım, birçok kişinin imgesine uzak olmayan kadının imgesidir. Ezilen, sömürülen, ataerkil zihniyetin dayatmalarının arasında sıkışıp kalmış ancak buna rağmen ayakta durmaya çalışan kadının imgesidir. Her ne kadar bu duruma karşı ayakta durmaya çalışsa da mücadele ederken ataerkillikten bir türlü kurtulamayan kadındır. Dilber Hanım’ın bu mücadelelerine rağmen tarlada çalışırken bile “elin” ne düşündüğünü düşünür: “Baban tarla sulardı komşu köyde. Durumumuz iyi değildi ama çalışmamı hiçbir zaman istemezdi. Kıyamazdı bana. Ama ondan önce ben korkardım elin dilinden. ‘Koca kadın evde oturuyor! Kocası gecelere kadar el işinde çalışıp didiniyor, kadınsa hanımağa sanki! Şehirden geldi ne de olsa’.” (s. 64.)

Daha Vakit Var sadece bir annenin oğluyla ilişkilerini anlatmıyor. Her anısında erkek akılın dayatmalarını anlatan bir kadını anlatıyor. Burada her ne kadar Kenan kitabın ana karakteri gibi görünse de onun sadece bir anlatıcı olduğu gözden kaçmaz. Kenan’ın bu kitaptaki asıl önemi onun erkek aklın izinde büyümemiş bir erkek olmasıdır. Çünkü o Dilber Hanım’ın oğludur. Dilber Hanım ise yaşatmak için yaşayan, hayatını değil hayatı yaşayan kadınlardan sadece biridir. Dilber Hanım, Anadolu kadınının sesidir. O, “kız çocuğu” olduğu için çocukluğunu yaşayamayan, namus kavramıyla özdeşleştirilen, daha çocukluğunu yaşamadan evlendirilen, evlendikten sonra kayınvalidesinin (erkek aklın) tüm dayatmalarına karşı boyun eğen, elin dediğini kendinden üstün tutmak zorunda kalan ve bunlara rağmen oğlu için hayatta kalma mücadelesi veren kadının imgesidir. Dilber Hanım, o hiçbir zaman yorulmayacağı zannedilen fakat artık “gitmek zorunda olan” bir kadındır. Dilber Hanım içindeki umudu oğlu Kenan’da yeşerterek tüm yaşadıkları ve yaşamadıklarıyla Anadolu kadının adıdır.

Yusuf Çopur
Daha Vakit Var
İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, 2012.
120 s.
  
           

Savaşa Karşı Feminist Yaklaşımlar



İstanbul Amargi tarafından düzenlenen "Sınır Ötesi Feminist Buluşmalar" 26-27 Mayıs tarihlerinde Taxim Hill Otel'de gerçekleşti. İki gün süren toplantılarda Londra, Tunus, Hindistan, Kıbrıs, Filistin gibi farklı ülkelerden gelen kadınlar düşüncelerini ve deneyimlerini paylaştılar.

Panelde Nil Mutluer kadınların bu toplantıda asıl amaçlarının başka bir düşünceyi yaratabilmek ve alternatif siyaset biçimi yaratma biçimi olduğunu belirtti. Kadının konumu yerleşik düşünce yapısından geldiği gibi "naif", "barışsever" ve "duygusal" değil, kadınlar savaşın içinde olduğu için bu panelin yapılması gereği belirtildi.

Nükhet Sirman ise savaşın kadınlar üzerindeki olumsuz etkilerini anlattı. Erkeğe ölmenin, kadına ağlamanın düştüğü ortamda kadının bu durumu nasıl dönüştürebileceğinin düşünülmesi gerektiğinin altını çizdi.

Pınar Selek'in video kaydı aracılığıyla yaptığı konuşmada, feminizm ve anti-militarizmin bir arada durması gerektiğini belirtti. Patriyarkadan beslenen militarizmin yarattığı baskı ve toplumsal cinsiyet ilişkisi çözümlenmediği sürece, şiddet ortamının devam etmesinin kaçınılmaz olacağını söyledi. Türkiye'de kadınların militarizme karşı örgütlenmeleri ve bu örgütlenmenin farklı kadınlar tarafından, özselci olmayan, demokratik ve anti-militarist bir feminizm aracılığıyla yapmaları gerektiği belirtildi. Selek konuşmasını Gramsci'nin "aklımın karamsarlığı, irademin iyimserliği" sözü ile bitirerek kadın hareketinin anti militarizm konusunda beklentisini dile getirdi.

Cynthia Cockburn'un "Savaşı sonlandırmak için ne yapmalı?" sorusu ile devam eden panelde, erkeklerin bu hareketin neresinde durması gerektiği sorunsalı üzerine konuşuldu. "Savaşın meşru hasarı" olarak görülen erkeklerin feminist anti-militarist hareketin yanında pro-feminist bir duruş sergilemeleri gerektiği ve militarizm-patriyarka ilişkisine bu yolla karşı çıkmaları gerektiğini belirtti.

Oturumun son konuşmacısı Parvin Ardalan, İran'ın şu anki durumunu ve kadınların bu konumda nasıl bir savaş karşıtlığı geliştirmesi gerektiği üzerine tartıştı. Bunun için öncelikle ordunun fikrinin nasıl değiştirilebileceğinin sorusunun önemli olduğunu belirtti. Feminist hareketin anti-militarist hareketin içinde nasıl bir işbirliği yapması gerektiğinin cevaplanmasının önemli olduğunu vurgulayan Ardalan, konuşmasını bu konuda kadınların gücünü göstermesi gerektiğini belirterek bitirdi.

İlk oturum imc tv'nin paneli görüntülemek istemesinden dolayı gecikme ile başladı. İmc tv'de yayınlanan mor bülten adlı programın çalışanları işten çıkarılmıştı. Yasemin Öz, İstanbul Feminist Kolektif'in bu durumdan dolayı özür beklediğini ve bu özür gelmediği sürece görüntü almalarının mümkün olmadığını belirtti. Öz, bu konuda kolektif bir karar alma fırsatlarının olmadığını, kriz anında bir karar verildiğini, görüntü alınmasının engellenmesinin doğru olup olmadığından emin olmadıklarını ve bu konuyu Kolektif'te tartışacaklarını açıkladı.

Kadınlar Savaş Deneyimlerini Anlattı

Sınır Ötesi Feminist Buluşmalar'ın bölgesel durum değerlendirmeleri oturumunda her konuşmacı savaş bölgesinde kadının konumunu ve deneyimlerini aktardı.

İlk konuşmacı Tunus'tan Kadijya Artaoui, yeni bir anayasa oluşturma sürecinde olan Tunus'ta bugün birçok hakkın tehdit altında olduğunu belirtti. Tunus'ta Arap Baharı'nın doğurduğu ortamın özellikle kadınlar açısından birçok sıkıntıya sebep olduğunu belirten Artaoui, ülkenin yeni iktidarının şeriatı getirme amacında olduğunu ve erkek egemen bu zihniyetin kadınları derinden etkilediğini ve etkileyeceğini vurguladı.

Hindistan'da feminizmin nasıl geliştiğini anlatan Karen Gabriel ise Hindistan'daki iç savaştan yola çıkarak, bu duruma karşı nasıl tek bir ses yaratılabileceği üzerine konuştu. Farklı dinleri, dilleri, kabileleri barındıran ve yaklaşık 1.3 milyar nüfusa sahip olan Hindistan'da tek bir feminizmden bahsedilemeyeceğini ancak bir birlik oluşturabilecek kadın hareketine ihtiyaç duyulduğunu belirtti.

Bugün Hindistan'da yaşanan iç savaşın devletin istimlak projelerinden rant sağlamasından kaynaklandığını ve bundan en çok kadınların ve çocukların etkilendiğini anlattı. Gabriel son olarak kadın hareketinin bu iç savaşı göz ardı etmemesi gerektiğini ve bununla yüzleşmesi gerektiğini vurguladı.

Anti-militarist Ucubeler'den Nilgün Yurdalan, kadın hareketi ve barış için kadın hareketi arasındaki ilişkiyi anlattı. Militarizm, patriyarka, kapitalizm, heteroseksizm, transfobi ile iç içe olduğunu vurgulayan Yurdalan, militarizmin etkilerini aşmak için feminizme ihtiyaç olduğunu dile getirdi.

Şefika Gürbüz ise Kürt kadınlarının militarizmi nasıl deneyimledikleri üzerine konuştu. PKK-TSK savaşının bugün devam etmesinin sebebinin militarizmi destekleyenler olduğunu vurgulayan Gürbüz, kadınların bunu aşmak için demokratik ve özgür kadın hareketi olarak örgütlendiklerini belirtti. "Berhudar Jiyane" (Direnmek Yaşamdır) diyerek kadın sorunlarını görünür kılmaya çalıştığını belirterek kadınların sadece 8 Mart'ta örgütlenmelerinin yeterli olmadığını ve kadınlar arasında uluslararası dayanışmanın çok önemli olduğunu belirtti.

Hiba Abbani, Lübnan'daki savaşın kadınlar için büyük bir sorun olduğunu belirtirken, kadınların mücadele edebilmesinin de bir o kadar güç olduğunu ekledi. Başta kadınların eşlerine vatandaşlık hakkı verememesi olmak üzere, çalışma, emek ve aile haklarından da kadınların mahrum bırakılması kadınların karşılaştığı sorunlar arasında. Lübnan'daki savaş ortamını değiştirebilmenin yolunun savaş zihninden kurtulmak olduğunu belirten Abbani, bu mücadelenin laik ve feministlerin başını çektiği bir mücadele olması gerektiğini belirterek konuşmasını bitirdi.

Ilham Makki Irak'ta 2003'ten sonra feminist dönüşümün nasıl gerçekleştiği üzerinde durdu. Makki, kadınların meclisteki temsil oranlarının arttığını, kamusal alanlarda iyi işler bulabildiğini ancak özel sektörde kadın işçilerin kötü koşullarda çalıştığını belirtti. Geleneklerin hala kadınları erkeklerden aşağı gördüğünü ve feminist çabaların kadına gerekli koşulları sağlayamadığının altını çizdi.

Oturumun son konuşmacısı Gali Kürdistan Kanalı'ndan Kajin Hesen'di. Hesen değişime rağmen kadınların hala haksızlık ve şiddete uğradıklarını belirtti. Kadın örgütlerinin kadının toplumdaki yerini oluşturmada ve dönüştürmede etkili olduğunu belirten Hesen, bölgedeki değişimlerden bahsetti. Kadınların karşılaştıkları engelleri aşmak için mücadeleye devam ettiklerini ekleyen Hesen, konuşmasını kadınların kendi hakları konusunda erkeğin karşısında dimdik durmaları gerektiğini belirterek sonlandırdı.

Savaş Tehdidi Kadınların Hayatını Zorlaştırmaya Devam Ediyor

Sınır Ötesi Feminist Buluşmalar'da trans-gender Gülkan/Noir, queer ve anti-militarist hareketin hangi eylemlerde bir arada bulunduğunu anlattı. Konuşmaya Hilal Demir'in vicdani ret deklarasyonunu okuyan Gülkan, kadınların vicdani reddinin anti-militarizm açısından tartışılan bir konu olduğunu belirtti. 90'ların başlarında gerçekleşen Lotus İzmir deneyimden bahsederek lezbiyenlerin başlangıçta "ne kadar erkeksi olursan, o kadar devrimci olursun" söyleminin yanılgısına düştüklerini fakat bu algının düzeldiğini vurguladı.Vicdani retçi Mehmet Tarhan'ın deneyimini aktaran Gülkan, "Mehmet, Barış'ı seviyor" mottosu ile, o dönemde gey anti-militarizminin görünür kılındığını ve bu yolla vicdani ret ile kahramanlık söyleminin geliştiğini ekleyerek konuşmasını sonlandırdı.

Doğuş Derya, 30'lardan bu yana Kıbrıs'ta yaşananları dile getirerek bu süreçte kadınların ve kadın hareketinin nasıl bir rol oynadığını aktardı. FEMA'nın (Feminist Atölye) tarihsel miras üzerine çalıştığını ve feminizmin garip yaftalamalara maruz kaldığını söyledi. Kadınların mücadelesinin "önce memleket meselelerini çözelim, sonra kadın meselelerine bakarız" söylemiyle geçiştirildiğini, eşcinsel ilişkinin suç sayıldığını ve işsiz kadınların erkeklerden daha fazla olduğunu belirterek devletin tüm bunların yanı sıra bakım emeğini masraflı bulduğunu ekledi. KKTC'de sığınma evi açılmazken her köye cami ve imam hatip liseleri kurulduğunu söyleyen Derya konuşmasını "Kaybettiğimiz mücadele, terk ettiğimiz mücadeledir" diyerek bitirdi.

Maria Hadjipavlov ve Neşe Yaşin, birlikte sürdürdükleri Sınırı Aşan Eller (Hands Across the Divide) projelerinden bahsettiler. "Bölünmüş bir toplumda kadınlar ne yapabilir" sorusunu cevaplamaya çalıştıklarını anlatan Hadjipov, Kıbrıslı kadınların çözüme odaklandıklarını anlattı. Yaşin ise çözüme ulaşmak için başlattıkları "Barış Gelene Kadar Sakla" kampanyasının bölünmüş bir ülkede kadınlar arasında oluşturduğu beraberliği dile getirdi.

Daha önce bir erkek gazetecinin söz almak istemesi kısa süreli bir gerginliğe sebep olmuştu, çünkü panel sadece kadınların ve transların katılımına açıktı. Oturuma ara verilirken erkeklerin bu mücadelenin neresinde olması gerektiği sorgulandı. Nil Mutluer bu toplantıda erkeklerin de katılması gerektiğini çünkü onların da bu mücadelede anti-militarist ve pro-feminist bir yapılanma ile hareket etmeleri gerektiğini ve patriyarkaya hizmet eden savaş söyleminin çözülmesi için buna ihtiyaç olduğunu hatırlattı.

Dorsa Sobhani İran'da kadınlar için bazı olumlu gelişmelerin olduğunu belirtirken, Savaşa Karşı 1 Milyon İmza kampanyası ile kadınların farkındalıklarını arttırdıklarını aktardı. Savaşın bir günde oluşan bir olgu olmadığını hatırlatan Sobhani, savaş tehdidinin devam ettiğini ve bunun kadınların hayatını daha da zorlaştırdığını ekledi.

Issraa Murabit, "Libya'da Feminizm" başlıklı konuşmasında 50'li yıllarda Libya'nın yoksul olmasına rağmen kadına daha fazla değer verdiğini ancak petrolün bulunması ve daha sonra Kaddafi'nin yönetime geçmesiyle kadınlar açısından durumun olumsuz olarak evrildiğini aktardı. Buna karşı 2006'dan itibaren kadın hareketinin daha etkin şekilde kendini gösterdiğini ve şu anda kadınların görüşlerinin önemli olduğu bir dönem içinde bulunduklarını belirtti. Murabit, kadın hareketinin amacının cinsel özgürlüğü yaymak, özel sektörde kadını görünürleştirmek, dini istismarı önlemek olduğunu ancak iktidarın dini temelli olmasının bu durumu zorlaştırdığını belirtti. Murabit konuşmasını kadınlar için eşitlikçi bir yapı oluşturmak gerektiğinin altını çizerek bitirdi.

Oturumun son iki konuşmacısı kendilerini İsrail'deki Filistinli kadınlar olarak nitelendiren Aida Touma Suliman ve Einas Odeh Haj idi. Soliman, Filistinli kadınların İsrail vatandaşı olan kadınlar olarak, Filistinli olarak ve Filistinli kadınlar olarak ayrımcılığı üç boyutlu yaşadıklarını belirtti. İsrail'deki aşırı sağcı hatta faşist denebilecek yapının askeri kanadına karşı kadınları nasıl örgütlenmeleri gerektiği hakkında konuşan Soliman, bölgede oluşan zulme karşı kadınların işbirliği yaratması gerektiğini vurguladı. Haj ise Filistinli kadınların vatandaşlık haklarından nasıl yararlandığını anlatarak Filistinlilere zaten tanınmayan bir çok hakkın kadınlar açısından daha büyük zorluklara gebe olduğunu belirterek konuşmasını tamamladı.

O, Memnu Elma



Önce kadın vardı. Kadın her şeydi. Doğurganlığı, bereketi simgeliyordu. Bu nedenle doğaya, toprağa ‘ana’ diye seslendiler. Yaşamın devam ettirilmesinde kadın önemliydi. Çünkü o mucizeyi gerçekleştiriyordu: Yaratıyordu/ doğuruyordu. Sonra ise her şey değişti. Sınıflı toplumlarla birlikte kadının yeri ve değeri yerle bir edildi. Kadın erkeğe ait bir meta, bir köle oldu. ‘Ana’ yerini ‘ata’ya bıraktı. Tahakküm sadece –ve artık her zaman- erkek ile özdeşleşti. Bundan sonra kadın tüm ‘kötülüklerin anası’ sayıldı. Çünkü erkeği yoldan/baştan çıkaran da, cennetten kovulmaya sebep olan da oydu: O, memnu elma.

Bundan sonra her kadın ‘kadın’ olmasının cefasını çeker. Çünkü kadındır o. Ona göre davranmak zorundadır. Toplum içinde yeri belirlense de, ana/evlat/bacı olarak karşımıza çıksa da, kuma olup erkek aklın tahakkümüne girse de, berdelle başkaları uğruna satılsa da, ‘namus cinayetleri’ adına pisipisine yitip gitse de, cehaletle, kör inançlarla, baskıyla daha çocuk yaşta evlendirilse de kadındır; ‘kadınlığını bilmek zorundadır.’ Kimi kez tarlada, kimi kez evinde, kimi kez sokakta, kimi kez bir otel odasında ya da para kazanmak için bedenlerini satmak zorunda oldukları yerlerde; kadındır onlar. Bir kere ‘kadın’ diye ‘yaftalanmışlar’. Bu nedenle ‘atalarımız’ –ki ne yazık ki onlar da erkek aklın ürünleri- şunları söylüyorlar: ‘Kızını dövmeyen dizini döver’, ‘Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı…’, ‘Kadın erkeğin şeytanıdır’ vs. Bu ne onların öngörüsünden kaynaklanıyor ne de durumun gerçekliğinden. Ne yazık ki, atasözleri, reklamlar, masallar ve etrafta olup biten her şey cinsiyetçi!

Oysa kadınlar için söylenen başka sözler de var. Cinsiyetçi söylemin dışına çıkmaya çalışan, kadına kadın olduğu için değer biçen mısralar var. Gülsüm Cengiz tarafından hazırlanan ‘Kadınlar İçin Söylenmiştir’ adlı antolojide bunu görmek mümkün. Çünkü Anadolu –ki adını kadın olandan alıyor- kadının tarihini içeriyor ve yazılmış her mısra kadını, ezilmişliğini, görünmezliğini, uğradığı şiddetti anlatır. ‘Kadın olanın türküsü’ kadınların sesini yükseltmeye çalışan, kadından bahseden, kadına tanıklık edenlerin sözlerini biriktirir. Sonra bir türkü halinde tüm kadınların dilinden dökülüverir: ‘Erkek sel, kadın göl/ Erkek akar gider, coşgun/ Kadın derin sessiz, durgun/ …/ biri insan,/ öbürü değil sanki.’ Her mısra bir sitem. Ama erkek ama kadın… Cinsiyetçiliğin sınırlarına mahkûm olmayan herkes bunu açıkça görür. Ne yazık ki hâlâ ‘sanki hiç yaşamamış gibi ölen/ ve soframızdaki yeri/ öküzümüzden sonra gelen/ …’ Bir kere bu ‘belanın’ ta dibine saplanmış kadın. Ataerkilliğin hüküm sürmeye başladığı günden beri –ne kadar kurtulmaya çalışsa da- bu tahakkümün içinde yer alır. Özgürlüğe doğru sağlam adımlarla ilerlese de bu girdabın içinden kurtulmakta zorlanır. Törelerle, gelenekle/görenekle, baskıyla/devletin baskısıyla, yasalarla ‘kadın’ olduğu vurgulanır. Sanki kadınlık kötü bir şeymiş gibi! Bedenini satmak zorunda olması, tecavüze uğraması, çeşitli baskılar sonucu intihar etmesi, toplumsal koşullar tarafından örselenmesi onun suçuymuş gibi suçlanır. Yaşadığı her şeyin sorumlusu kendi sayılır. Erkek akla göre ‘ikinci cinstir’ ya kadın… Oysa bunların hepsinin birer safsata olduğunu bilen sözler yok değildir: ‘saatlerle ve her akşam/ kendi kendini/ çıkmıyorsa/ başka bir dünyadan/ tadılmamışlığını unutuvermek için’.

Neyse ki günümüzde soran, sorgulayan, özgürlüğünü savunan, kendine biçilen ‘kadın rollerinden’/ toplumsal cinsiyet belasından kendini sıyırabilen bir kadın da var. Ancak ne yazık ki kimi cezaevinde, kimi susturulmak istenmekte, kimi öldürülmüş, kimi kaybedilmiş… Neyse ki bazıları hâlâ avaz avaz bağırabiliyor. Kadının mücadele etme gücünün simgesi olan bu kadınlar, kadınların sömürülmesine, ezilmesine, şiddet görmesine, yok edilmesine, sindirilmesine karşı ayakta duruyorlar: ‘Sözleri çiçeğidir bir ağacın/ Yürekleri koruyucu yapraklar/ Bir sevdanın çeperinde dolanıp/ Birbirine kitleniyor.’ ve inatla bağırıyorlar: Kadınlar vardır.

Gülsüm Cengiz 
Kadınlar İçin Söylenmiştir: Anadolu’da Kadınların Şiirli Tarihi
İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 2011.

648 s.

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1084855&CategoryID=40

Nedir Feminizm? Erkek Düşmanlığı Mı?




Feminizm dendiğinde erkek akıl hep aynı şeyi anlıyor: Erkek düşmanlığı. Oysa feminizm ne erkek düşmanlığı ne de erkeklerin “iktidarını” arzulayan bir yapıdır. Feminizm Bell Hooks’un tanımıyla –ve en basit anlamıyla- cinsiyetçiliği, cinsiyetçi sömürüyü ve baskıyı sona erdirmeye çalışan bir harekettir.”(s. 9.) Yani bu en basit anlamından da anlaşılacağı gibi, feminizmin bir iktidar arzusu, bir nefret söylemi ya da “lezbiyenlerin doğaya ve tanrıya karşı çıkma arzusu” ile yakından uzaktan ilgisi yoktur. Aksine, bu hareket, sadece kadınların değil, erkeklerin de kurtuluşunu sağlayacak bir harekettir. Çünkü feminizm ataerkilliğin kölesi olmaya da karşı çıkmaktadır. Daha açık bir deyişle, “kendini gerçekleştirmiş” kadın ve erkeklerin özgür ve adil bir toplum olma arzusunu dile getirir.

İşin bir enteresan yanı bu “erkek düşmanlığı” denilen hatalı algıya sadece erkeklerin değil, erkek akla sahip kadınların da sahip olmasıdır. Oysa feminizm en baştan beri “kız kardeşlik” kavramı üzerine vurgu yapmıştır. Çünkü dili, dini, cinsiyeti vs. ne olursa olsun önemli değildir. Önemli olan kadınların nasıl baskı altına alındıkları, nasıl sömürüldükleridir. Bu nedenle kadınlar arasında bilinç yükseltmek gerekmektedir. Çünkü kadın olmak feminist olmak için yeterli değildir. Aynı zamanda cinsiyetçi baskı ve sömürünün farkında olan bir kadın olmak şarttır. Bu da ancak bilinç yükseltme ile sağlanacaktır. Ancak ne yazık ki günümüz Türkiye’sinde durum Bell Hooks’un gördüğü kadar iyimser değildir. Bugün baskı ve sömürüye karşı gelen kadınların bu tahakkümden kurtulmak için boşanmayı seçmeleri söz konusu olabildiği gibi, kadın cinayetleri ile de sonuçlandığı gün gibi ortadadır. Kadın her ne kadar bilinç yükseltme ile baskı ve sömürüden kurtulacak gibi görünse de bu yeterli değildir. Bu nedenle bu yolda erkek aklın tahakkümünden kurtulmuş cinsiyetçilik karşıtı herkese ihtiyaç vardır. Çünkü feminizm, herkes içindir.
 
Yine de hepsinden önemlisi cinsiyetçi baskı ve sömürü karşısında kadınların ortak bir akıl ile hareket edebilmesidir. Kadınların iş hayatına atılmasını özgürleşme zanneden birçok kadın feminizme karşı cephe almıştır. Çünkü bu durum kadını iki kez sömürüp, iki kez baskı altına alan bir yapıya sahiptir. Bu durumda kadın hem evde hem işte sömürülür. Bu nedenle kadınların feminizme karşı çıkıp evde oturmayı tercih etmesi olasıdır. Ancak unutmamak gerekir ki kadını bu duruma iten feminizm değil kapitalimin kendisidir. Çünkü tüketim toplumu kadını bu girdabın içine çekmiştir. Yaşadıkları esaretin iki ile çarpılması ise patriyarkanın tahakkümünden başka bir şeyden doğmamıştır. Ancak burada bir yanlış anlaşılma doğmasın. Kadının evinde kalarak iki ile çarpılmış sömürüden kurtulmaktan değil, kapitalizmin cinsiyetçi bakış açısından kurtulmak gerektiği ifade ediliyor. Yani eşit işe eşit ücret, pozitif ayrımcılık ve kadının duygusal/bakım emeğine mahkûm olmaktan kurtulması gibi… Dolayısıyla feminizmin burada yapacağı şey kadın için çalışmanın anlamını tekrar düzenlemesi ve bu durumu patriyarkanın etkisinden kurtarmak olacaktır.  

Bunların hepsi bir yana tam karşı tarafta duran ve henüz aşılamamış dağ gibi bir sorun vardır: Cinsiyetçi şiddet/ev içi şiddet. Feminizmin müdahale ettiği alanlardan biri de budur. Ancak henüz soruna çözüm bulunamamıştır. Bu durumun sorumlusu yine erkek akıldır. En basit örnekle bugün Türkiye’de bir kadın cinayeti işlendiğinde yargının erkeğe “tahrik indirimi” adı altında bir ceza uygulaması bile bunun en açık ifadesidir. Gazetelerde okunan haberlerde de görüldüğü gibi erkekler artık işledikleri cinayetleri ya da kadınlara uyguladıkları şiddeti meşrulaştırmak için “beni tahrik etti” söylemini doğuracak bahanelerle kurtulmaktadırlar. Dolayısıyla başta iktidar olmak üzere yasaların ve yargının da bu suça ortak olması erkeği cezadan kurtaran kadını şiddete iten bir yapı doğurmaktadır.

Hooks Feminizm Herkes İçindir: Tutkulu Politika adlı kitabında sadece bunlardan değil aynı zamanda feminizmin aşka, cinselliğe, lezbiyenizme, maneviyata, vizyoner feminizme, feminizmin sağlayacağı katıksız mutluluğa değiniyor. Her ne kadar Hooks bu kitabı optimist bir bakış açısıyla yazmış olsa da feminizmin ne olduğunu merak edenler eşsiz bir el kitabı olduğu yadsınamaz. Hooks bu kitabıyla feminizmin “erkek düşmanlığı” değil de cinsiyetçi sömürü ve baskıyı sona erdiren bir hareket olduğunu ve bunun sadece kadınlar için olmadığını vurguluyor. Çünkü feminizm herkes için geçerli olduğunda gerçek değerini bulur.


Bell Hooks
Feminizm Herkes İçindir: Tutkulu Politika
çev. Aysel Yıldırım, Berna Kurt, Ece Aydın, Şirin Özgün
İstanbul: Bgst Yayınları, 2012.
146 s.


Kadınlık Halleri Üzerine




Bu biraz sizden biraz bizden, bazen geçmişten bazen günümüzden, her yerde karşımıza çıkan kadının öyküsü. Belki bir öykü halinde anlatılmıyor ama yine de kadının her halini, ezilmişliğini, görünmeyen emeğini anlatıyor. Ama asıl kadının içindeki gizil gücü ve bilinç yükseltme durumunda kadının bu gücünün nasıl ortaya çıkacağını anlatıyor. Madde madde ya da kişisel gelişim yalanlarındaki gibi değil, Aksu Bora’nın feminizm ve kadın/kadınlık halleri üzerine yazdığı yazıların bir derlemesi aracılığıyla kadının özgürlüğüne giden yolu anlatıyor.

“Feminizmin öznesi kimdir?” sorusu bu öykü için yola çıkmanın en önemli sorusu. Çünkü feminizmin öznesi –Aksu Bora’ya göre- kadınlar değil; harekete geçen kadınlardır. Ataerkil baskıya boyun eğen, erkek akılla hareket eden, erkeğin “üstünlüğünü” bağrına basan kadınların özne olabilmesi işten değil! Dolayısıyla bu sorunun cevabı olarak tek bir muhatap kalır: O da feminizmdir. Yani kadının gerçek gücünü açığa çıkarabilmek adına eyleme geçen kadınlardır. Ancak her iki tarafın da –yani mücadele eden kadın ile sinip kalan kadının- ortak bir noktası vardır: Kadın olmaları. Bu nedenle birbirlerini ötekileştirmeleri zordur. Yani okumuş, yazmış, ekonomik “özgürlüğünü eline almış” kadın ile evde çocuklarına bakıp, yemek yapan, evi temizleyen, yaşlı akrabalarına bakan ev kadını ortak bir noktada buluşabilir: Her ikisi de pekâlâ dayak yiyor olabilir. Öyleyse her ikisinin de modernleşme ışığının altında değil de karanlığında şiddet görüyor olduğu söylenebilir. Yani Türk, Kürt, çalışan/çalışmayan, okuyan/okumayan ve diğer kategorileri taşıyan tüm kadınların modernlikten nasibini alamadığı açıktır. Dolayısıyla farklı kulvarlarda değil de aynı sorun için mücadele etmeleri gerekir. Bu gerekliliğin doğuracağı tek bir soru vardır: “Neden ‘farklı ezilmelerin farklı politikaları’ diye bir şey gereksin?” (s.31.)

Bu gereksizlik, kadın için genel bir güç yaratabilecek ilk adım olabilir. Sadece tek bir hikâyeye bakmak yerine tüm hikâyelerin (ev kadını/ çalışan kadın/ Kürt kadın/ dayak yiyen kadın/…)  ortak noktalarını ele almayı sağlayabilir. Fakat iş temsil konusuna geldiğinde orada durup düşünmek gerekir. Bu “kadını kim temsil etmelidir?” sorusu ayyuka çıkıverir. Yıllardır olduğu gibi, bir piyeste oynarcasına, kadını temsil ediyor gibi görünüp erkek akla hizmet edenler mi yoksa kadın sorunlarını politik ilişkiler bazında ele alabilecek kadınlar mı? Bu sorunun cevabı sorusunun içinde apaçık durur. “Ben kendimi ezdirmedim”ler, “ben erkek gibi büyüdüm”ler, “kadının halinden en iyi kadın anlar”lar, dore saçlar, kırmızı tayyörler… Hepsi bir boşluğa savrulur gider. Kadından sorumlu olmayı beceremeyip, kutsal aile söylemine hapsolan kadın haline gelen temsîli kadının, kadın sorunlarını politik arenada çözmeye çalışması/çalışmaması/çalışamaması gündeme gelir.

Tüm bu nedenlerle feminizm için sosyalizm kaçınılmaz gibi görünür. Ancak Aksu Bora’ya göre bu da her ne kadar “salt bir direniş ve isyan hareketi olarak kalmasa ve kadınlara bir gelecek perspektifi sunsa” da -Marksizm ile yaşanan mutsuz evlilikteki gibi- mutsuz bir evlilik olabilir. Bu evlilik sistem içi ve sistem dışı feminizm ile çetrefil hale gelir. Yani kadın hareketi ve feminizm arasındaki fark açığa çıkar. Bir yanda projeler, kadın hakları adına kampanyalar yapan, aile içi şiddete ilişkin yaptırımların “anlatıcısı”, diğer yanda şiddetin failini gösteren, bunun arkasında patriyarkanın ve kapitalizmin olduğunu bas bas bağıran “eylemci” vardır.   Dolayısıyla “sesini çıkarak kadının”eylemine güvenmesi şarttır.

Sesini çıkaran/eyleme geçen kadın ile ilgili yanlış algılamayı ise bir kenara koymak gerekiyor. Feminizm insanların özel hayatına müdahale eden bir “nefret ideolojisi” değil, kadının kocasından yediği dayağı sosyolojik boyutları ile ele alarak buna çözüm üretmeye çalışan, birlik ve beraberliği sağlamaya çalışan bir yapılanmadır. Bu yapılanmanın içinde her kadın için yer vardır. Saçını süpürge eden “Karavel Saçlı Kadın”a da, özgürlüğünü kazanmak ya da evini geçindirmek adına mikro kredilerle kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan kadına da, sırf anne olma özelliğinden dolayı “ikinci cins” olarak anılan kadınlara da, “küçük, pembe, seksi” üçlemesinin içine sıkıştırılan kadınlara da… Hepsine yer vardır. Asıl önemli olan bu kadınlık hallerini taşıyan kadınları aynı fikir etrafında –kadın oldukları fikri- toplayabilmektir. Asıl önemli olan tüm kadınların içlerinde bulundurdukları gizil gücü bilinç yükseltmeyle açığa çıkarabilmektir. Unutmamak gerekir ki bilinç yükseltmek çene çalmakla değil, ancak yaşanmışlıkları ortaya dökerek ve bunlardan çıkarılacak politik ve sosyolojik sonuçlara çözüm üretmekle mümkün olacaktır.

Aksu Bora
Feminizm Kendi Arasında 
Ankara: Ayizi Kitap, 2011.
207 s.

Pamuk Prenses Mi Küçük Kara Balık Mı?




Masumane sözcükler altında pornografik özelliklerin barındığını, henüz üç/beş/on (fark etmez) yaşındaki çocuklara aslında altında cinsel imgelerle donatılmış simgelerin geçtiğinin farkına bile varılmaz. Bu durumu masallara özgü bir özellikle “göz önünde bulunanın görünmezliği” ile açıklamak mümkündür. (Öyle ya zamanında padişahlara söylenmek istenen en ağır sözler bir masalın içine yedirilir, böylece bir şey söylenmeden her şey söylenmiş olurdu.)  Pamuk prensesin yediği elma cinselliğin yasak oluşunu, içine girdiği cam tabut bekâreti, prensin onu öpmesi ise cinsel birleşmeyi simgelediği hikâyeyi okuyanlar tarafından fark edilmez. Hal böyle olunca masallara farklı bir gözle bakmak farz olur.

Bilindik masallarda kadınlar hep aynıdır. Beyaz atlı prenslerini beklerler. Prens geldiğinde ise –o beklenen gün artık gelmiş olduğundan- kadın kahraman köşesine çekilip “evinin kadını çocuklarının anası” olmaya hazırdır. Zaten birçok kadına daha en küçük yaşından öyle öğretilmez mi? Ne olursa evlenince eski alışkanlıklarını bırakmalıdır: “dilini tutmalıdır”, “evine bakmalıdır”,vs. Toplumsal cinsiyet rolleri diye belirlenen roller henüz küçükken masallardan aşılanmaya başlar. İşin bir diğer yanı –günümüzde “wamp kadın” rollerinde olduğu - bu rollere bürünmeyen kadınların cadı, büyücü, ecinni, devanası, kötü kalpli kraliçe olan “erk sahibi ve gücünü kötü olmaktan alan” kadınlardır. Dolayısıyla kendini/saçını evine ve eşine süpürge etmeyen kadının “kötü” olduğu çocuk yaşlarda bilinçaltına yerleştirilir. Daha sonra ise kız çocuğuna bir bebek ve mutfak eşyaları şeklinde oyuncaklar verilir… Geri kalan hikâyeyi herkes bilir. Çünkü hikâyenin devamı birçok kadının “kader” diye yaşamak zorunda bırakıldığı şeydir. En dayanılmaz olanı ise bu durumun “sevgi peçesi” altında gizlenerek sunulmasıdır. “Kadın sevgi ve şefkat adına ‘köle gibi’ çalışır durur.”

Sahi erkekler kadınları sevmiyor mu? Sevmez olur mu? Babalar kızlarını “korur”, bu nedenle “sana değil etrafa güvenmiyorum” söyleminin ardına sığınır, “kocalar” da eve “ekmek” getirir, o “çalışıp didinir”, kadınsa bütün gün “yan gelip yatar”. Hem zaten erkek olmazsa kadın “hiçbir şey yapamaz.” Çünkü kadının dış dünya ile bağlantısını sağlayan “erkektir.” Bu söylemler kadının özgürlüğüne, emeğine, sevgisine darbe vuran en yaygın söylemlerdir. Bugün Hayat Bilgisi kitaplarında bilgisayar başında ya da gazete okuyan ya da işe giden bir baba imgesi yerine ütü yapan bir baba imgesi konsa da bu durumu değiştirmek için yeterli değildir. Kafalara vurula vurula öğretilen roller var: “Kadınlık” ve “erkeklik”. Bu roller yapılmadığında, bu rollerin dışına çıkıldığında neler olduğunu her gün gazetelerin birkaç sayfasından öğrenmek mümkündür. Yani önemli olan resimleri değil algıyı değiştirebilmektir.

Öyleyse şu soruyu soralım: Pamuk Prenses kadar güzel olmak mı asıl olan? Pamuk Prenses başına gelenlerden ders çıkarmayan, sorumluluk alamayan, tehlikelere karşı önlem alma inisiyatifi kullanamayan, her şeye safça inanan, zihinsel değil bedensel çaba sarf eden, zenginliği de yoksulluğu da başkasına bağlı olan kadındır: Sesini çıkarmadan, evini ve kalbini temiz tutarak kurtuluşu bekler. Başka bir açıdan bakılırsa, güzeldir, bakiredir (cam tabut bunu simgeler), ev işlerini iyi yapar, kimin yanındaysa onun himayesine girer. Kısacası Pamuk Prenses birçok erkeğin hayallerini süsleyen “ideal kadındır”.

Kadın olmak Pamuk Prenses gibi olmak mıdır? Yoksa Küçük Kara Balık olmak mıdır? Sıradan olmaya, engellerinin olmasına dayanamayan, öğrenmeyi seven, annesinin “bir taneciği” olmak yerine “kötü çocuk” olmayı kabul eden, merak etmeyi bilen, boşu boşuna bir hayat yaşamaktan korkan, bunun olmaması için çabalayan, cahil ve gözü kapalı olmayan, “seni kim yoldan çıkardı ?” sorusuna kendi hayat görüşüyle yanıt veren, aklını kullanabilen, cesur, kıvrak zekâsı ile güçlüklerin üstesinden gelebilen, karabatağa ve kaşıkçıkuşuna karşı mücadelesinde yılmayan kadındır. Küçük Kara Balık özgürlük sevdalısı, kadın olmanın değerini bilen gerçek kadındır. Şimdi tekrar soruyorum: Pamuk Prenses mi, Küçük Kara Balık mı?         


Melek Özlem Serter, Masallar ve Toplumsal Cinsiyet, İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 2010.
Gülnur Acar-Savran, Beden Emek Tarih: Diyalektik Bir Feminizm İçin, İstanbul: Kanat Yayıncılık, 2004. 
Samed Bahrengi, Küçük Kara Balık, çev. Deniz Kara, İstanbul: Versus Kitap Yayınları, 2009.

 

Baharat Deyip Geçme!



Lezzetleri, kokuları ve çekicilikleriyle MÖ 4. yüzyıldan beri, önemli bir yere sahip olan baharatın öyküsü, günümüzdeki önemiyle ilişkilendirilemez bile... Ortaçağ'da sosyal statü göstergesi sayılan, bir dönem kutsallıkla ilişkilendirilen, kokularıyla asaleti çağrıştıran, İtalyan Rönesans'ı zamanında büyük askeri ve siyasi olaylarla ilişkilendirilen ve üzerinden yüzde 2 bin 500'lük karlarla ticaret yapılan şey baharattan başkası değil. Baharatın uzun yolculuğu bunlarla sınırlı olmasa da şu bir gerçek ki günümüzdeki önemi, geçmişiyle kıyaslanamayacak kadar küçük... 

Oysa Ortaçağ'da baharatlara duyulan talep bir yandan o dönemin ruhunun gastronomi algısını yansıtır, bir yandan da dönemin gösteriş merakının yemeklere nasıl yansıdığını gösterir. Ortaçağ'da hazırlanan ziyafetler için kullanılan baharat miktarının çokluğu o ailenin ne kadar varlıklı olduğunu göstermeye yeter. Çünkü zaten nereden geldiği bir türlü bilinmeyen -ya da bilinmek istenmeyen- bu baharatlar cennetten getirilen tohumlar olarak düşünülür. Bu nedenle Ortaçağ'ın ilerleyen dönemlerinde kutsal bir öneme sahip olur. Baharatlar artık azizlerin, cennetin bir belirtisi olan koku haline gelir ve bu kokuların ancak 'cennetin nehirleriyle taşındığı' algısı yayılır. Bir dönem ilaç olarak da kullanılan baharatların nereden geldiği artık en önemli sorulardan biridir. Çünkü baharatın kaynağına ulaşmak belki de cennete ulaşmakla eşdeğer olabilecektir.

Bu düşünceyle birlikte bir yandan baharatların önemi artar ki bu onların ticari anlamda da değerini artırır. Öte yandan gerçek baharat kaynakları arama girişiminde bulunulur. Avrupalı tüccarların baharata doğrudan ulaşamamaları, ancak İpek Yolu üzerinden ya da başka tüccarlar tarafından getirilen baharatlara ulaşmaları mümkün olur. Bu durum Avrupa'da baharatın fiyatının daha da yükselmesi için yeterli sebeptir. Ancak başka tüccarlar üzerinden bile kar eden bu satıcıların amacı asıl baharat satıcıları olmaktır... Yani getirdikleri baharatları satmak onlara daha fazla kar sağlayacağından bu temel amaçlarından biri haline gelir.


Baharat ve Siyaset 
Bundan sonra baharatlar ve baharatlara giden yollar aynı zamanda yeni buluşlara, evrensel Hıristiyan kentini kurma amaçlarına, sömürgeciliğe, tüketim toplumuna doğru giden yollara önayak olur. Yeni kıtaları keşfetmeye çıkmış gibi görünen ancak asıl amaçları ticaret olan deniz adamları, daha fazla kar için aylarca süren deniz yolculuklarına çıkarlar. Bu çabaları onları geri dönüş yolunda eli boş göndermez. Uğradıkları, keşfettiklerini sandıkları -ama aslında birer sömürgeleri haline getirdikleri- her adadan işlerine yarayacak baharatları yok pahasına alır ve yüzde 2 bin 500 gibi bir karla satabilecekleri ticaret metasını artık çok ucuza elde etmiş olurlar. 

Bu sürecin tamamı, keşfedildiği sanılan adalardaki ve kıtalardaki yerlilerin katliyle, sömürgeleştirilmesiyle ve köleleştirilmesiyle devam eder. Fakat uğruna onca kanlar dökülen baharatın yolculuğu umulduğu gibi devam etmez. 17. yüzyıl Fransa'sı Ortaçağ'ın aksine gösterişten uzak bir damak zevkine sahiptir. Modernleşmeyle birlikte baharatın yerini daha farklı -zevk veren- ürünler (çikolata, şekerleme, tütün...) alır. Her ne kadar bugün baharatların kullanılması hala mümkünse de içinde bulunulan tüketim toplumu zaten onun değerini ve modasını yitirmesine yeter de artar.

Paul Freedman
Doğu’nun Armağanı: Baharatın Yolculuğu
Türkçesi: İmge Tan
İstanbul: Everest Yayınları, 2011
326s.