Sürecin güzel başlamasının temel sebebi aile kavramı hakkındaki genel varsayımlardır: “Aile, her yerde bulunur”, “aile, evrensel ihtiyaçların (yeniden üretim, beslenme…) ifadesidir” ya da “aile, cinsel, ekonomik, yeniden üretim vs. gibi işlevleri nedeniyle temel sosyal ilişkileri yerine getirir”. Aile ile ilgili bu varsayımlar, “doğallık” ve “bağımlılık” kavramları etrafında birleşerek, ailenin “toplumun vazgeçilmez bir temel taşı” olduğu üzerine temellenir. Neyse ki, -süreç ilerledikçe görüldüğü gibi- (klasik aile sosyolojisine) karşıt görüşler şekillenir. Ailenin evrensel olmadığı, tarihsel ve kültürel olarak farklılıklar içerdiği, -sanıldığının aksine- saat gibi mükemmel bir mekanizma olarak işlemediği ve çatışmaları içinde barındırdığı bilinmektedir. Bu nedenle Michele Barret yukarıdaki tanımlamaların/varsayımların ailenin ideolojik yapısı ile ilgili olduğunu belirtir. Çünkü aile ideolojisi, bu varsayımlardan yola çıkarak, ailenin içindeki bireylerin evlilik kurumu aracılığıyla birbirlerine (özellikle kadının erkeğe) bağımlılıklarını ve birbirlerini (özellikle erkeğin kadını) sahiplenmelerini meşrulaştırır.
Evlilik, bir kişinin başka bir kişinin hayatının tüm noktalarına nüfuz ettiği bir ilişkilenme biçimi olarak tanımlanabilir. Ücretli bir işte çalışan erkek ve ücretli bir işte çalışmayan kadın ilişkisinde “sevdiğinin” her türlü ihtiyacından sorumlu olan erkek, sevdiği üzerinde her hakka sahip olduğunu düşünür. Bu nedenle sahiplenme sürecinde “sahip olduğu” (kadın) üzerindeki her türlü edimi “doğal” bulur. Öyle ki sahiplendiği kişinin hayatına son vermek bile bu sahiplenmenin bir parçası olarak meşrulaştırılır. Böylece şiddetin aşka içkin olduğu sonucuna ulaşılır.
Tıpkı Michael Haneke’nin bu durumu seksenli yaşlarında emekli iki müzik öğretmeni üzerinden anlattığı filmi Aşk’ta olduğu gibi; aşkın sonunda ölüm olduğu daha en baştan bellidir. Eve giden yolculukla birlikte dışarıya açılan kapılar kapanır. Gerçeklik üzerine temellenmiş bir apartman dairesi, çiftin hapishanesi olur. Hayatın tamamı bu hapishanede geçecektir. Erkeğin kadının ona muhtaç olduğunu zannetmesiyle birlikte (filmde Anne’nin felç geçirmesi ile başlayan süreç) sahiplenme süreci giderek artar. Öyle ki eve ya da kadının hayatına giren/girecek her bir kişi erkek (George) tarafından kontrol edilir. Kadın başlangıçta bu kontrol mekanizmasının üstesinden geleceğini düşünerek “Git bir şeyler yap. Parçalara bölünmüyorum, merak etme.” dese de zamanla sahiplenme sürecini benimser. Böylece kendi “muhtaçlık” durumunun erkek için bir yük olduğunu düşünmeye başlar -ya da aile ideolojisi ona bunu düşündürür. Bu durum bir süre sonra öyle bir hal alır ki kadın erkeğin/aile ideolojisinin istediği/dayattığı şeyleri yapmayı reddettiğinde–Haneke’nin seyircisine yaptığı gibi- yüzüne yiyeceği tokatla gerçeğin farkına varır: Sahiplenmenin boyutu karşındakinin (Anne gibi muhtaç da olsa) bir birey olduğunu unutacak kadar yoğunlaşmıştır. Bunun son noktası ise muhtaçlık durumuna son verme hakkını kendinde bulmak ya da sahiplendiği kişinin hayatına son verme hakkını kendinde bulacak kadar sahiplenmektir –George’nin Anne’ye yaptığı gibi.
Aile ideolojisinin kadını muhtaç konumda bırakarak erkek tarafından sahiplenilmesini ve erkeğe bağımlı kılınmasını sağlamadığını ve evlilikle güçlenen sahiplenme duygusunun ve “erkeğin kadın üzerinde her hakka sahip olduğu” düşüncesinin George’un cinayetini meşrulaştırmadığını kim söyleyebilir? Öyleyse aşkın en şiddetli hali nedir? Evlilik mi, ölüm mü? Belki her ikisi birden...
http://kulturlukedi.wordpress.com/2013/02/05/sinema-yorum-askin-en-siddetli-hali/