23 Ocak 2013 Çarşamba

Aşkın En Şiddetli Hali

Çoğu kez yirmili yaşlarda başlar süreç: Önce özenle âşık olunur, sonra kelebekler uçuşur, sonra “sensiz yaşayamam”lar… Tektaş yüzükle birlikte gelen romantik evlenme teklifi, hazırlıklar… Sonunda “hastalıkta ve sağlıkta, ölüm bizi ayırıncaya kadar…” sözleriyle edilen bağlılık yeminleri, eve gidiş ve biraz geçen zamandan sonra evliliğin reklamlarda olduğu gibi mutlu mesut yaşanmadığı ile yüz yüze kalış. Verilen yeminle birlikte başlayan bağlılığın yavaş yavaş bağımlılığa dönüşmesi ile başlayan süreç.

Sürecin güzel başlamasının temel sebebi aile kavramı hakkındaki genel varsayımlardır: “Aile, her yerde bulunur”, “aile, evrensel ihtiyaçların (yeniden üretim, beslenme…) ifadesidir” ya da “aile, cinsel, ekonomik, yeniden üretim vs. gibi işlevleri nedeniyle temel sosyal ilişkileri yerine getirir”. Aile ile ilgili bu varsayımlar, “doğallık” ve “bağımlılık” kavramları etrafında birleşerek, ailenin “toplumun vazgeçilmez bir temel taşı” olduğu üzerine temellenir. Neyse ki, -süreç ilerledikçe görüldüğü gibi- (klasik aile sosyolojisine) karşıt görüşler şekillenir. Ailenin evrensel olmadığı, tarihsel ve kültürel olarak farklılıklar içerdiği, -sanıldığının aksine- saat gibi mükemmel bir mekanizma olarak işlemediği ve çatışmaları içinde barındırdığı bilinmektedir. Bu nedenle Michele Barret yukarıdaki tanımlamaların/varsayımların ailenin ideolojik yapısı ile ilgili olduğunu belirtir. Çünkü aile ideolojisi, bu varsayımlardan yola çıkarak, ailenin içindeki bireylerin evlilik kurumu aracılığıyla birbirlerine (özellikle kadının erkeğe) bağımlılıklarını ve birbirlerini (özellikle erkeğin kadını) sahiplenmelerini meşrulaştırır.

Evlilik, bir kişinin başka bir kişinin hayatının tüm noktalarına nüfuz ettiği bir ilişkilenme biçimi olarak tanımlanabilir. Ücretli bir işte çalışan erkek ve ücretli bir işte çalışmayan kadın ilişkisinde “sevdiğinin” her türlü ihtiyacından sorumlu olan erkek, sevdiği üzerinde her hakka sahip olduğunu düşünür. Bu nedenle sahiplenme sürecinde “sahip olduğu” (kadın) üzerindeki her türlü edimi “doğal” bulur. Öyle ki sahiplendiği kişinin hayatına son vermek bile bu sahiplenmenin bir parçası olarak meşrulaştırılır. Böylece şiddetin aşka içkin olduğu sonucuna ulaşılır.

Tıpkı Michael Haneke’nin bu durumu seksenli yaşlarında emekli iki müzik öğretmeni üzerinden anlattığı filmi Aşk’ta olduğu gibi; aşkın sonunda ölüm olduğu daha en baştan bellidir. Eve giden yolculukla birlikte dışarıya açılan kapılar kapanır. Gerçeklik üzerine temellenmiş bir apartman dairesi, çiftin hapishanesi olur. Hayatın tamamı bu hapishanede geçecektir. Erkeğin kadının ona muhtaç olduğunu zannetmesiyle birlikte (filmde Anne’nin felç geçirmesi ile başlayan süreç) sahiplenme süreci giderek artar. Öyle ki eve ya da kadının hayatına giren/girecek her bir kişi erkek (George) tarafından kontrol edilir. Kadın başlangıçta bu kontrol mekanizmasının üstesinden geleceğini düşünerek “Git bir şeyler yap. Parçalara bölünmüyorum, merak etme.” dese de zamanla sahiplenme sürecini benimser. Böylece kendi “muhtaçlık” durumunun erkek için bir yük olduğunu düşünmeye başlar -ya da aile ideolojisi ona bunu düşündürür. Bu durum bir süre sonra öyle bir hal alır ki kadın erkeğin/aile ideolojisinin istediği/dayattığı şeyleri yapmayı reddettiğinde–Haneke’nin seyircisine yaptığı gibi- yüzüne yiyeceği tokatla gerçeğin farkına varır: Sahiplenmenin boyutu karşındakinin (Anne gibi muhtaç da olsa) bir birey olduğunu unutacak kadar yoğunlaşmıştır. Bunun son noktası ise muhtaçlık durumuna son verme hakkını kendinde bulmak ya da sahiplendiği kişinin hayatına son verme hakkını kendinde bulacak kadar sahiplenmektir –George’nin Anne’ye yaptığı gibi.

Aile ideolojisinin kadını muhtaç konumda bırakarak erkek tarafından sahiplenilmesini ve erkeğe bağımlı kılınmasını sağlamadığını ve evlilikle güçlenen sahiplenme duygusunun ve “erkeğin kadın üzerinde her hakka sahip olduğu” düşüncesinin George’un cinayetini meşrulaştırmadığını kim söyleyebilir? Öyleyse aşkın en şiddetli hali nedir? Evlilik mi, ölüm mü? Belki her ikisi birden...

http://kulturlukedi.wordpress.com/2013/02/05/sinema-yorum-askin-en-siddetli-hali/

18 Ocak 2013 Cuma

Nesilden Nesile...

Havalar soğuyup kış kendini iyiden iyiye göstermeye başladığında kimileri sıcacık evlerinde büyüklerinin anlattığı masallarla ısıtır içini. Kimi de bu masalları evin en sıcak köşesinde bir yazardan dinlemeyi/okumayı tercih eder. Kimi kucağında okşadığı kedisiyle daldığı masal dünyasının içinde bir zaman yolcuğuna başlamıştır bile...

Bir ölümle başlayan "Kış Masalları", ayrı hikayeleri bir araya getirerek aynı noktada, belki de aynı kaderde buluşturur. Bir yandan Kaf Dağı’nın masalını anlatır yazar, öte yandan çok da uzak olmayan bir zamanda geçmiş hüzünlü bir aşk hikayesini. İlk hikaye, Kaf Dağı’nın eteklerinde yıkık dökük bir kale yaşayan, doğanın gücüne inanan ve bu yüzden 'cadı' diye yaftalanan Buneba ile Dedamitza'yı ve bu iki kadının sağlığına tekrar kavuşturdukları Rostom’u anlatır.

Rostom'un babası, oğlunun kadınlar tarafından aşk büyüsüyle büyülendiğini düşünerek bu iki kadını öldürmeye karar verir. Buneba Rostom’u çok sevse de doğanın ona öğrettiği şeyi hiç unutmaz: “Vefa ve sevgi hiç yalnız dolaşmazlar kalbimizde. Onların herkesten gizledikleri bir kardeşleri daha vardır: Kin.” Bu nedenle, ruhu bedeninden ayrılırken Rostom’un ve ailesinin ardına 7 kuşak boyunca sürecek bir laneti salar. Rostom evlenip bir yuva kursa da hüzünlü gözleri hep Kaf Dağı’nın ardını izler. Bu hüzün, Buneba’nın hayali gelip Rostom’u sonsuz mutluluğa/ölüme kavuşturana kadar da sürer.

Rostom’un üzerindeki lanet 7 kuşak sonrasına kadar uzanır. Mehmet de büyük dedesi gibi, babası yüzünden büyük aşkı Teresa’ya uzaktan uzağa ve çaresizce âşık olmaktan başka bir şey yapamaz. Yapmak istese de sanki üzerine sarılmuş lanet onu engeller ve güzel sevgilisine kavuşamaz. Aradan geçen yıllar da, mesafeler de bu aşkı yok edemez. Çünkü Mehmet de atasıyla aynı derin duyguları besleyen ruhu taşır. Gün gelip Teresa’nın hüzünlü haberini aldığında neşeyle ölüme doğru yol alır. Çünkü gittiği ölüm değil, Teresa’nın kendisidir: “Sevgilim ne olur beni affet, ne kadar geç kaldığımı fark edememişim, ama şimdi hemen hazırlanırım ben.”

Rostom’un ruhu torunlarında, Buneba’nın ruhu ise onların sevdikleri kadınlarda yaşar. Dedamitza da her zaman bu kadınların yanında, onların dostu, sırdaşı, en yakını olan yardımcılarının ruhlarında yaşar. Bu zaman yolculuğu Dedamitza’ya ağır gelir: Ne kadar da zordu bu çok uzun hayatı ya da hayatları yaşamak farklı bedenlerde, ama aynı ruhla, aynı sevgiyle ve üstelik de bedenden bedene aktarılan aynı bilinçle.” Yine de Buneba’nın lanetinin mağduru olan kadınların acılarını dindirmek/dertlerine ortak olmak için hayata onlarla devam eder.

Kışın bu soğuk, kar bekleyen günlerinde masal anlatanı olmayanlar veya masalını kendilerinden dinlemek isteyenler sıcak bir köşeye çekilip "Kış Masalları"nın, kulağa fısıldadığı kadim sırları dinleyebilir. Nesilden nesile aktarılan bir lanetin çaresiz kalan âşıklarının hikayesi, çok eski zamanlardan yakın geçmişe uzanan gizemli ve fantastik bir yolculukla, çoğu kez eski Türk filmi naifliğiyle ve 'mutlu son' beklentisi yaratarak okurunu zamandan zamana sürüklüyor.


Murat Atabarut
Kış Masalları
İstanbul: Altın Kitaplar, 2012.
312 s.

8 Ocak 2013 Salı

Evlilikteki Keramet

Frida Kahlo, Diego Rivera ile evlendikten sonra bile kendi evinde yaşamaya devam eder. Bunun nedenini soranlara iki kişinin aynı evi paylaşmasını anlayamadığını söyleyerek cevap verir. Çünkü o başka biridir, Diego başka biri. Buna rağmen, fırtınalı bir evlilik yaşar. Çoğu zaman Diego’nun onu –madden olmasa da- öldürdüğünü kim inkâr edebilir ya da Frida’nın hayatından yola çıkarak tüm evliliklerin birbirine benzediği düşünmek çok mu abes olur? Bu soruyu Adam Ross Bay Fıstık romanında hayatları iç içe geçmiş David ve Alice Pepin, Sam ve Marilyn Sheppard ile Ward ve Hannah Hastroll üzerinden yanıtlamak ister gibidir. Hem evliliklerin doğasını incelemek bakımından hem de Frida’nın evliliğine tekrar dönebilmek açısından bizimde bu romana yakından bakmamız faydalı olabilir.

David ve Alice, Amerikan kültürünün tüm olumsuzluklarından nasibini almış bir çift. David bir bilgisayar programcısı, Alice ise yaptığı diyetler ve verdiği kilolarla özgüvenini artırmaya çalışan bir öğretmen. Karısını “sevişmek ve beslemek için elinde tutan” David’in hayatı, Alice’in kendi hayatını değiştirmeye karar vermesiyle alt üst olur. Tabi bu değişim Alice’in kilo verme/zayıflama süreci ile ilişkilidir. David, içinde bulunduğu sıkıntılı süreçten bir kitap yazmaya başlayarak kurtulacağını düşünür. David o ana kadar aklından geçen şeyi; karısını öldürmeyi daha romanının ilk satırlarda ifade eder.

Hannah bir şeyler yapmaya karar vermezse Ward onu öldürmeye teşebbüs edebilir. Neyse ki onlar David’in hayali kahramanları. Kitap boyunca varlıklarından en ufak bir şüphe duymadığınız bu çiftin hayatları da bir çıkmazdan ibaret. Yatağa mahkûm bir kadın ve istediğini yapabilecek kadar özgür olan bir adamın hikâyesinde can bulan çift, aslında Hitchcook’un Arka Pencere’sinden çıkmışcanına Hannah ve Ward’a can vermektedir. Nedeni açık: David ve Alice, Prof. Otto’nun “Hitchcook Sineması ve Evlilik” dersinde tanışmışlardır. David kitabında bunu atlamadan geçemez.

Ellili yılların çapkın doktoru Sam ise Marilyn ve oğlu Chip’i sadece “alternatif bir gerçeklik” olarak görür. Başka kadınlarla kendini tatmin eden Sam, gerçek mutluluğun sadece Marilyn’de olduğunu bile bile karısını öldürür ve hukuk kitaplarına adını yazdırır. David’in kitabında ise karşımıza Ward ile birlikte dedektif olarak çıkar. David’in Alice’yi neden “öldürdüğünü”, işlediği cinayetten yola çıkarak, bulmaya çalışır.

Adam Ross, erkek bakış açısıyla evliliğin doğasında “aşk” ve şiddetin bir arada bulunduğunu vurgulamaktadır. Yer yer şiddete meyli artırıyor gibi görünse de amacı evliliklerin gerçek yüzünü açığa çıkarmak gibi görünmektedir. Farklı uzam ve zamandaki evliliklerin, erkekler için hayatı kolaylaştırıcı bir etmen olduğunu, kadınlar içinse ölüm anlamına geldiğini vurgulayarak, manevi anlamda yok oluşu maddi olarak yok olmakla ilişkilendirir. Böylece hayatlarındaki kadınları anlamayan erkeklerin ilişkilerinde nasıl bir cani haline geldiklerini gözler önüne serer. Öyle ki, bu, eşlerinin özgüvensiz olmaları için elinden geleni yapan ve asla onlara güvenmeyen erkeklerin hikâyesidir. O erkekler “Her şeyi o (Alice) yapar. Ben asla bir şey yapamam.” demelerine rağmen bu sçzler karılarının her an hayatı telef edeceğini düşünüp durduklarını gizleyemez. Böylece Bay Fıstık’ta erkeklerin asla anlayamadıkları ya da anlamak için çok geç kaldıkları kadınların hayatlarında gerçekleştirdikleri depremler gözler önüne serilir.

Eskiler “Nikâhta/Evlilikte keramet vardır.” sözüyle evliliğin bir şeyleri, bir şekilde yola koyduğu ima ederken, David/Ross evliliği “mezbahaya gönderilmeden önceki şişmanlama süreci” olarak tanımlanır. Fakat bu, Bay Fıstık’ta kadınlara yönelik olarak yine erkek bakış açısıyla söylenir. Evliliğin biriktirmeye yönelik bir tüketim sürecinden yok edici tüketime kadar uzanan bir süreç olduğunu vurgulayan Ross, kitabında Alice, Marilyn ve Hannah aracılığı ile bunu açıkça gösterir. David, Sam ve (kısmen de olsa) Ward hayatlarını yaşamaya devam ederler. Alice aldığı kilolardan kurtulmaya çalışarak, Hannah nerdeyse bitkisel hayat yaşayarak, Marilyn içinde kuşkular içinde kıvrandığı halde beklemeyi ve kabullenmeyi tercih ederek yok edici bir sürecin kurbanı olurlar. Burada yok edici öznelerin kim olduğunu belirtmenin gereği olmadığı görülür.

Öyleyse son olarak şu soruyu soralım: Bütün evlilikler birbirine benzer mi? Biri hayal dünyasında (Hannah), biri ellili yıllarda (Marilyn), biri günümüze yakın belirsiz bir zamanda yaşayan (Alice); üç kadının hikâyeleri üst üste konulduğunda neredeyse birbirinin kopyası gibi görünür. Bunların üzerine Frida’nın evliliği –ya da diğerleri- konulduğunda da bir şey değişmez. Çünkü Diego da Frida’yı bir tüketim nesnesi gibi kullanır ve onu tüketerek, içindeki kadının yavaş yavaş/acı çekerek ölmesine sebep olur.

Günümüzdeki evliliklerin söz konusu örneklerden farkı var mıdır? Bir tüketim nesnesi haline gelen kadının, “kocası” için yaptıkları göz önünde bulundurulduğunda zaten yavaş yavaş yok olması söz konusudur. Çünkü evliliğin doğası kadını yok etmeye yöneliktir. İşlenen kadın cinayetlerinin birçoğunun erkeklerin, kadınların hayatları üzerinde telafi edici bir rol üstlenmelerinden ama her şeyi kadınlardan beklemelerinden, kadınları anlamamalarından; özetle kadınları tüketmek için yola çıkmalarından kaynaklanıyor olduğunu söylemek yanlış olur mu?

Adam Ross
Bay Fıstık
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2012.
468 s.