22 Kasım 2012 Perşembe

Yazamamak ya da Pop-Yazar Olmak

Ursula K. Le Guin bir denemesinde okurlarından birinin ona, “Bu fikirler aklınıza nereden geliyor?” diye sorduğunu ve bu soruya ciddi bir yanıt beklediğini anlatır. Le Guin, yazar olmanın tekrarlı, uzun süren, yöntemli çalışmalar gerektirdiğini ve bunun bir püf noktası olmadığını söyler. Büyük ihtimalle okur bu yanıtı sevmemiştir. Öyleyse bu okura Feyza Hepçilingirler’in "Nasıl Pop-Yazar Olunur?" adlı kitabını önermekte fayda var. Lakin anlaşılan o ki meraklı okur bu sorunun yanıtını ancak bu kitaptan alabilir.

Hepçilingirler, son zamanlarda neredeyse her yerde karşımıza çıkan En Çok Satan Kitaplar Listesi'ne yeni bir kitap eklemek için öneriler sunuyor; yazar -ama pop-yazar- olmanın püf noktalarını anlatıyor. Bu kitaplar için en önemli nokta olan 'kazanç' kısmını ise -tabiri caizse- es geçmiyor. Hatta Hepçilingirler, öyle bir sistem oluşturuyor ki, bir yandan yazar (!) olabilmenin püf noktalarını verirken öte yandan en yüksek kazancın bu yolla nasıl sağlanabileceğini de uzun uzun anlatıyor. Malum devir para kazanma devri ve serbest piyasa ekonomisi dediğimiz şey edebiyata dahi yansıyor. Hâl böyle olunca gündemden düşmeyen, 'çok okunan' kitaplar değil, 'çok satılan' kitaplar oluyor. Çok satılan kitap demek iyi bir kazanç sağlamak anlamına geldiğinden ve günümüzde birçok kişi kolay para kazanmanın hayalini kurduğundan, yazar olma girişimleri para kazanma derdinin ötesine geçemiyor.

Hepçilingirler, para kazanma arzusuyla yanıp tutuşan yazarlar/pop-yazarlar için birçok pop-kitap fikrini ardı ardına sıralıyor. Pop - yazar olmak ya da Çok Satanlar Listesi'ne adını yazdırmak zor değil. Gündemde ne var? Ergenekon mu? Alın size çok satacak bir kitap için kallavi bir konu. En çok hangi dizi izleniyor? Kanuni’nin haremini anlatan mı? Yeni bir konu daha... Türkiye’yi kim yönetiyor, magazin programlarında hangi ünlünün adı en çok anılıyor, kimin hayatı merak ediliyor, hangi siyasetçi nereye koşuyor, hangi yemekler nasıl yapılıyor, bebek nasıl büyütülüyor, hangi burç kimi, nasıl etkiliyor, kim kimin tavuğuna “kışt” diyor... Bunların hepsi popüler olabilecek bir kitap yazmanız için yetiyor da artıyor. Ha, ben gündeme meşgul olamam diyorsanız; Hepçilingirler onun çaresini de sunuyor: Oturun, kendi hayatınızı yazın diyor. O nasıl mı oluyor? Çok basit. Bir 'yazar'ın da dediği gibi “Oturuyorsunuz ve (hayatınızı) yazmaya başlıyorsunuz.”

Gazetelerde, uzun uzun yapılan araştırmalar sonucunda Amerikalıların günde yaklaşık on altı saatini televizyon karşısında geçirdiğininin bilgisi yer alır. Türkiye’nin Amerika'yı geçmek üzere olduğu -neredeyse- tek konu olan televizyon izleme oranlarına bakıldığında Türkiye’deki okurların da 'uyuyan okur' olduğu kanısına varmak zor değil.

Televizyon karşısında kitap okuyan/okuyormuş gibi yapan okur sayısı az değil. Bu nedenle okunacak değil karşısında uyunacak kitapları yazdıktan sonra yapılacak şey; para harcamaya başlamak -nasılsa harcanacak parayı misliyle geri alacaksınız. Ardı ardına yazılan kitapları çok satmak için yapılacak en önemli şey: Reklam. Sonrası zaten çorap söküğü gibi geliyor. Dickens’ın, Dosytoyevski’nin, Tolstoy’un kitaplarının reklamı mı vardı, demeyin. Çünkü devir para kazanma devri olduğundan pop - yazarlar yüzyıllarca okunmak derdinde değil. Artık önemli olan En Çok Satan Kitaplar Listesi'nde yer alabilmek. Bu da hem yayınevine hem de yazara bol kazanç sağlamak anlamına geliyor.

Gerçek yazar olmak mı? O, Le Guin’in dediği gibi tekrarlı, uzun süren ve yöntemli çalışmalar gerektiriyor.

Feyza Hepçilingirler
Nasıl Pop-Yazar Olunur?
İstanbul: Everest Yayınları, 2013.
255 s.  

Kral Hamile Miymiş?


Bu sayede cinsiyet kadın ve erkek olarak belirlenmiş bir ikiliğe sıkışmıştır. Öteki olarak adlandırılan, kabullenilmeyen, garipsenen, çoğu zaman itilip kakılan ve yok edilen LGBTQ bireyler ise bu belirlenmişlik içinde var olmak için mücadele ederler. İktidarlar bu mücadelede yer almaz ve LGBTQ bireyler için özgürlük alanı yaratma çabasına girmez. Çünkü önemli olan yeni işçi kuşakların sorunsuzca yaratılmasıdır. Bu da kadın ve erkek belirlenmişliği ile mümkündür. Dolayısıyla Giddens’in saptamasında olduğu gibi erkekler “erkek rolüne”, kadınlar ise “kadın rolüne” adapte edilirler –ki kapitalist toplumun devamlılığı sağlanabilsin. Peki, bu rollerin dışına çıkılırsa ne olur?

Ursula K. Le GuinKaranlığın Sol Eli adlı kitabında belirlenmiş cinsiyetlere sahip olmayan bir halkın, kadın ve erkek rolleri olmadan nasıl yaşadıklarını anlatır. Cinsiyetin ve cinsiyet ayrımının olmadığı bir dünya hayal ederek yazan Le Guin, bu nedenle androjen bir toplum ütopyası kurar. Kış gezegeninde yaşayan bu topluluk ayın büyük bir kısmını cinsiyetsiz olarak yaşar. Fakat her ay cinsel aktivitenin yaşandığı kammer döneminde iki cinsiyetten birine dönüşüm gerçekleşir. Yani bir ay kadın olan bir birey, sonraki kammer döneminde bir erkek olabilir.

Dünyalı birçok kişinin bu durumu algılayamayacağı gibi, dünyadan Kış’a giden Genli Ai de bu cinsel rollerden arınmış dünyayı kavramakta güçlük çeker. Ona göre Gethenliler erkek olmak için fazla “efemine”, kadın olmak için fazla “maskülen”dir. Ai, kralın hamile olduğunu duyunca şaşırır hatta bunu komik bulur. Çünkü onun dünyasında kral/iktidar erkek olduğu için “erkek gibi” davranır. Le Guin’in ütopyasında Gethenliler hem baba olabilir hem de çocuk doğurabilirler. Çünkü onlar için kadının anne olması, erkeğin baba olması gibi bir durum yoktur. Le Guin –kammer döneminde kadınla kadının ya da erkekle erkeğin cinsel ilişkisinden bahsetmediği için hayıflansa da- Kış’ta yaşayan herkesi toplumsal cinsiyet rollerinden arındırmıştır. Zaten kammer dönemleri haricinde bireylerin cinsiyetleri de yoktur. Bu nedenle söz konusu toplum ikiliklerden sıyrılmış bir toplumdur ve bu sayede çatışmalar ortadan kalkmıştır.

Cinsiyetten arındırılmış böyle bir dünya sadece bir cinsin değil kadının, LGBTQ bireylerin ve erkeklerin özgürlüğüne giden yollardan biri olabilir. Fakat bugünün dünyasında bu ne kadar mümkündür sorusunu yanıtlamak zordur. Toplumsal cinsiyetin belirli roller haline geldiği, kadınların birer “kuluçka makinesi”, erkeklerin ise potansiyel işçiler olarak görüldüğü bir dünyada bu soruyu yanıtlamak gerçekten zordur. Kralın hamile olduğunu duyabilmek dileğiyle…

Ursula K. Le Guin 
Karanlığın Sol Eli
çev. Ümit Altuğ
İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2010.
254 s. 

http://kulturlukedi.wordpress.com/2012/11/18/kelimeler-kitaplar-kral-hamile-miymis/

7 Kasım 2012 Çarşamba

Anti- Feminizm Yerine Herkes İçin Feminizm



Sadece Türkiye’de değil birçok yerde yanlış bir feminizm algısı var. Nedense feminizm dendiğinde akla ilk gelen şey “erkek düşmanlığı” olur. Feministlerin genelde “erkeklerden nefret eden”, “doğaya ve tanrıya karşı çıkan” ya da “bütün işleri ele geçirmek isteyen” lezbiyenler olduğu düşüncesi ayyuka çıkar. Bu kadınların “erkeklerin iktidarını” ele geçirme çabası içinde olduğu söylenir. Bu söylemlerin sahibinin kim olduğunu tahmin etmek ise zor değildir.

Kadınların “sivrisinek gibi öldürüldüğü”, balkondan atıldığı, kemiklerinin kırıldığı, onlarca yerinden bıçaklandığı halde durumun faillerinin “iyi hallerinin” gözetlendiği bir ülkede yaşamaksa bu durumu daha da zorlaştırıyor. Feminist olmak, her şeye farklı bir pencereden bakmayı gerektiriyor. İzlenen televizyon programlarında, filmlerde, günlük deneyimlerde, kitaplarda, gazetelerde –kısaca her yerde- en görülmeyecek cinsiyetçi söylem bile tahammül edilemez oluyor. İçinde bulunulan ortamdan yükselen sesler “feminist kadın, sorunlu kadındır”, “kadın dayanışması yoktur, kadınlar arasında rekabet vardır”, “feministler erkeklerin yerine mi geçmek istiyor” gibi söylemlerden ibaret oluyor. Dolayısıyla durum dayanılmaz oluyor.

Bell Hooks, Feminizm Herkes İçindir: Tutkulu Politika adlı kitabını, içinde bulunduğu durumdan dolayı, bu yanlış feminizm algısını kırmak ve feminizmin ne olduğunu herkese anlatabilmek için yazdığını söyler. Hatta bu durumdan sadece kadınlara değil, erkeklere ve LGBTQ bireylere de pay çıkarır. Çünkü ona göre feminizm “özgürlük ve adalet hayallerimizi gerçekleştirebileceğimiz, hepimizin ‘eşit yaratıldığımız’ hakikatini hayata geçirebileceğimiz bir toplumda hep beraber yaşayabilmenin” ön koşuludur. Açıklamadan da anlaşılacağı gibi feminist düşünce “erkekleri yok etme” ya da “onların yerine geçme” gibi bir düşünce içinde değildir. Aksine Hooks’a göre feminizm erkek işveren-erkek işçi ilişkisinden bakılınca erkekler için de adalet ve eşitliği sağlayacak koşulları da sağlamaktadır. Yani Hooks’a göre ataerkillikten kurtulmak sadece kadınlar için değil, adalet ve özgürlüğü arayan tüm bireyler için bir kurtuluş yoludur.

Türkiye’de artık sıradan haberler haline gelen kadına şiddet haberleri Hooks’un açıklamasının fazla iyimser olduğunu gösterse de çözümün karşılıklı/ tek taraflı şiddet yerine karşılıklı anlaşmadan geçtiği açıktır. Bir kadının mütecavizinin kafasını keserek “namusunu temizlemesi” kadına karşı şiddeti çözümleyebilecek bir durum değildir. Aksine bu durum yanlış anlaşılmayı daha da körükleyen ve çözümün yollarını tıkayan bir süreçtir. Baskı ve sömürüye karşı gelen kadınların ise boşanmayı tercih ettiklerinde durumun cinayetle, bıçak darbeleriyle, vücuttaki kırıklarla –özetle hastanede ya da morgda- sonuçlandığı görülmektedir.

Kadına karşı şiddetin erkek akıl tarafından desteklendiği bir ülkede yaşamak da şiddetin oluşmasına meyli arttırmaktadır. En basit örnekle bugün Türkiye’de bir kadın cinayeti işlendiğinde yargının erkeğe “tahrik indirimi” adı altında bir ceza indirimi uygulaması bile bunun en açık ifadesidir. Gazetelerde okunan haberlerde de görüldüğü gibi erkekler artık işledikleri cinayetleri ya da kadınlara uyguladıkları şiddeti meşrulaştırmak için “beni tahrik etti” söylemini doğuracak bahanelerle kurtulmaktadırlar. Dolayısıyla başta iktidar olmak üzere yasaların ve yargının da bu suça ortak olması erkeği cezadan kurtaran kadını şiddete mahkûm eden bir yapı doğurmaktadır.

Hooks, kitabında her ne kadar feminizmin bireylere özgürlük sağlayacağını söylese de durumun bu kadar kolay olduğunu söylemek zordur. Bu durumun sağlanabilmesi için öncelikle ve özellikle kadınlar arasında bilinç yükseltme çalışmaları yapılmalıdır. Feminizmle ilgili oluşan yanlış algı ortadan kaldırılarak, bilinç yükseltme çalışmaları yapılarak ve bunların yanında kadına karşı şiddetin önlenmesi için ciddi yaptırımlar uygulayarak kadın özgürlüğünün yolu açılabilir ve ataerkilliğin yarattığı baskıcı ortam ortadan kaldırılabilir. Bu yolla herkes için özgürlük sağlanabilir. Hooks’un “herkes için feminizm” demesinin asıl sebebi de budur.

Bell Hooks 
Feminizm Herkes İçindir: Tutkulu Politika
çev. Aysel Yıldırım, Berna Kurt, Ece Aydın, Şirin Özgün
İstanbul: Bgst Yayınları, 2012.
146 s.  

5 Kasım 2012 Pazartesi

Kırmızı Balon

Gündelik hayatın sıradanlığıyla boğuştuğunuz bir günün sabahında kırmızı bir balonla karşılaşsaydınız ne yapardınız? Acaba –nerde olursa olsun- kırmızı gibi canlı bir rengi soluk renkli hayatınıza katabilmek için çabalar mıydınız yoksa onu olduğu yere bırakıp tekdüzeliğe devam mı ederdiniz?

Albert Lamorisse’nin yönettiği 1956 yapımı Le Ballon Rouge (Kırmızı Balon)adlı film “hiçbir şey” söylemeden “çok şey” anlatan filmlerden. Her şey küçük bir çocuğun okula giderken bir sokak lambasına asılı olduğunu gördüğü kırmızı balonu lambaya tırmanıp alması ile başlar. Bundan sonra balon hep çocuğun yanında olur. Ancak şöyle bir sorun vardır. Otoritenin yarattığı aile, okul, kilise gibi kurumlar bu kırmızı balona şiddetle karşı çıkar. Küçük çocuk bu kurumlara girmek için balonu kapıda bırakmalıdır. Soluk renkli Fransız sokaklarında geçen film, balon ve küçük çocuğun arkadaşlığının pekişmesi ile devam eder. Sonrası ise beklendik şekilde gelir. Balon ile çocuğun arkadaşlığını hazmedemeyen diğer çocuklar, kırmızı balonu bir köşede kıstırır ve bir sapanla balonu patlatırlar. Kırmızı balonun tüm canlılığı ve parlaklığı, içindeki hava ile birlikte sönüp gider. Son olarak çocuklardan biri sönmüş balonu ayaklarının altında çiğneyerek bu balonun canlılığını tamamen yok eder.

Yönetmenin kırmızı balona nasıl bir anlam yüklediği çok açık olmasa da balon, Ernst Bloch’un “gündüz düşleri” kavramını hatırlatır. Bloch, umut etmenin bir tür gündüz düşü olduğunu ifade eder. Ona göre böylece “hem özlem ve ihtiyaçlar dile gelir hem de mevcut düzen eleştirilir.” Kırmızı balon bir tür umut nesnesi olarak düşünülebilir. Kimi zaman yanınızda hissettiğiniz, kimi zaman kaybettiğiniz için üzüldüğünüz, kimi zaman sadece varlığından bile mutluluk duyduğunuz, elinizden bıraktığınızda gideceğini düşünseniz de onu özgürlüğe kavuşturduğunuz, size itaat etmeyen ama yanınızdan ayrılmayan bir umut. Muktedirlerin içinde bulundukları yerlere almadıkları, hatta yok etmeye çalıştıkları ve yok ettiklerini düşündükleri, hiç beklenmedik bir anda geleceğe dair iyimserlik içeren bir umut.

Filmin sonunda ise canlılığını yitiren balon öylece çimlerin üzerinde dururken umudun yok olduğu/yok edilebildiği düşünülür. Oysa ütopik bir şekilde Fransa’nın soluk renkli sokaklarındaki evlerden capcanlı ve türlü renklerde balonlar semada süzülmeye başlar. Balonların umudun yok olması zannıyla umut edenleri terk ettiği düşünülürken, hepsinin bir araya gelerek kırmızı balonuna üzülen çocuğu alıp belki de iyi olan/ iyilerin olduğu bir yere doğru uçurması umudun yok olamayacağını gösterir. Son sahnede umudu kıskanıp sapanla vuranlara ve onu yok edenlere yer yoktur. Çünkü umut, sapanların balonları değil zalimleri vurabileceği günleri umut edebilenindir.

4 Kasım 2012 Pazar

Masallar Bize Ne Yapar?

Küçük yaşta kız çocuğuna giydirilen pembe kıyafetler onun “kadın” olacağının, eline verilen oyuncak bebek ise onun “anne” olacağının işaretini taşır. Henüz küçüklükten kodlanmaya başlar; daha sonraki rolleri için hazır edilir. Anne olacağı için eline bir oyuncak bebek tutuşturulur. Ev emeğine sıkıştırılacağı için bir oyuncak mutfak seti edinilir. Son olarak –kız çocuğu, rolüne daha kolay alışabilsin diye- bol bol “evcilik” oynanır. Tüm bunların yanında bir de içinde güzel güzel kızların geçtiği masallar anlatılır: Pamuk Prenses,KülkedisiSindirella… Film de bundan sonra başlar!

Bir yandan kadının cinsel rollerinin nasıl örüldüğünü öte yandan kadının nasıl bağımlılaştırıldığını anlatılmaya başlanır. Ama öyle açık açık değil! İnceden inceden… Her bir satır, sözcüklerin ve metaforların ardına saklanarak ilmek ilmek örülür. Önce Pamuk Prenses’in bakire olduğu öğrenilir. Sonra ona çok cici (!) yaklaşan cücelerin aslında iğdiş edilmiş olmalarından duydukları üzüntü içleri burkar. Pamuk Prenses cam bir tabuta konulur. Evet, güzel olmasına güzeldir ama bu güzelliğin bir şekilde korunması gerekir. Sonuçta o da bir kadındır. Hem güzel hem de bakire olması “gerekir”. Sonrası malum: Prens gelir. Cam tabutu açar. Bu durum da “gerdek” denilen şeyden başka bir şey değil. (Çocuk kitabı değil miydi bu?) “Mutlu son” ile biten sahne hep aynıdır. Prenses, Prens’in elinden tutar ve mutlu bir yuvanın hayali ile parmak uçlarında ilerler. Masal burada sona erer. Masalı okuyan kız çocuğu da henüz hiçbir şey bilmeden her şeyi öğrenmiş olur.
Masumane sözcüklerin pornografik özellik taşıması boşuna değildir. Masallar bir kız çocuğuna açık açık “öğretilemeyecek” kodların anlatılmasında yardımcı olur. Kız çocuğu büyüme yolunda sevdiği erkeği bekler ve kendi “cam tabutunu”/ “kızlık zarını” korumaya başlar. Bu başlangıç artık onun “kutsal görevi” sayılır. Masalın anlatıcısı da,  masalı anlatarak “görevini bitirmiştir”. Bundan sonra her şey Prenses’in ya da artık hikâyeyi okumuş olan kız çocuğunun elindedir (!) Peki, gerçekten öyle midir?

2003 yılında Mardin’de N.Ç. adlı bir kız çocuğu henüz on üç yaşındayken para karşılığı erkeklere pazarlandı. Farklı iş kollarından 26 kişi para karşılığı bu kız çocuğu ile beraber oldu. Olay ortaya çıktığında N.Ç. ona yapılanlardan dolayı oturamıyordu bile. En sonunda N.Ç’nin bu 26 kişinin yanına “isteyerek” gittiğine karar verildi. Daha sonra bu durum Adli Tıp raporları ile “doğrulandı”. Oysa N.Ç. bilmeliydi ki; bu masal bize daha önce yüce anlatıcı tarafından anlatılmıştı ve cam tabutu korumak onun “göreviydi”. Cam tabutu bir ya da 26 kişinin “kırmış” olması bu olayda da görüldüğü gibi anlatıcının sorumluluğunda değildi. Demek ki N.Ç. bunu “isteyerek” yapmış sayılabilirdi. Bir sonraki “N.Ç. vakası” da kimsenin sorumluluğunda olmayabilirdi. Çünkü masal onlara çoktan anlatılmıştı.

Geçen haziran ayında, Sakarya’da aynı durum tekrar etti. Ö.C., 34 kişinin cinsel istismar ve tecavüzüne uğradı. Öyle ya, N.Ç.’ye de Ö.C.’ye de masal çoktan anlatılmıştı. İkisi de birer kız çocuğu değil; kadındı. Küçük yaşta ellerine tutuşturulan bebekler, oynanılan oyunlar, anlatılan masallar… Hiç biri boşuna değildi. Önceden her şey bir bir gösterilmişti –ki yeri geldiğinde “gereken” yapılabilsin/ “cam tabut” korunsun diye (!)

Ne yazık ki, hiçbir son masallardaki gibi bitmiyor. (Zaten Pamuk Prenses’in de sonunun mutlu olduğunu kim söyleyebilir?) Birçok masal toplumsal cinsiyetin biçtiği rollerden başka bir şey öğretmezken, asıl yaşananlar toplumsal cinsiyetin içine işleyen erkek aklı gözler önüne seriyor. Karar erkek akıldan çıkınca N.Ç. –masalı okuduğu varsayılarak- “rızasıyla” ilişkiye girmiş oluyor. Ö.C. ise korkuyor. Erkek akıldan korkuyor.


http://kulturlukedi.wordpress.com/2012/09/17/icten-gelenler-masallar-bize-ne-yapar/