Toplumsal cinsiyet, kadın ve erkeklerle ilgili
dengelerin/değerlerin/rollerin kurgulandığı alana işaret eder. Bu
roller, zaman içinde değişen kültürel, coğrafi, sosyolojik vs.
etkenlerle kökleşerek ve kadının aleyhinde işleyecek iktidar
ilişkilerini yaratır. Bu sayede toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin
temel yapı taşı olan ataerkillik, kadın ve erkek rollerinin
belirleyicisi konumuna gelir. Öyle ki bu rolleri belirlemekle kalmaz; bu
rollere değişmezlik, meşruluk ve kutsallık atfederek konumunu
güçlendirir. Ataerkilliğin toplumsal cinsiyet rolleri üzerindeki
belirleyiciliği, erkeğin toplumsal konumunu güçlendirerek onun
öznelliğini güvence altına alır. Bireyler bu ilişkiler çerçevesinde
oluşturulmuş mevcut bir kültürel yapı içine doğduklarından cinsiyet ve
toplumsal cinsiyet algıları da -bu yapıyı sorgulamadıkça- aynı yönde
şekillenir. Özetle, kültürel tasavvurun, bireylerin toplumsal cinsiyete
ilişkin algılarını belirlediği söylenebilir.
Kültürel tasavvurun temel bileşenlerinden biri, dindir. Din,
sosyokültürel yapı içinde meydana gelen algıları/cinsiyet algılarını
meşrulaştırma ve statikleştirme özelliğine sahip olduğundan, muhafazakâr
bir karaktere sahiptir. Din adına meşrulaştırılan katı toplumsal
cinsiyet kurallarının dini buyruk olarak dayatılmasıyla kadının ikincil
konuma itildiği ve aile içinde sadece kutsal annelik rolüyle varlık
kazanabildiği aşikâr. Yahudilikte kadının hiçbir değeri olmadığı
bilinir; Hıristiyanlıkta kadın Havva’dan dolayı baştan çıkarıcı olarak
görülür ya da Aristotelesçi bir tutumla, kadının varlık nedeni biyolojik
devamlılık ile ilişkilendirilir; Müslümanlıkta ise kadın yine kutsal
annelik rolü ile varlık kazanır, bunun dışında ikincil konumda tutulur.
Bu örneklerden yola çıkarak semavi dinler aracılığı ile dinin, toplumsal
cinsiyetin üretilmesinde ve pekiştirilmesinde etkin konumda olduğu,
cinsiyetler arasında hiyerarşi oluşturduğu görülür.
Öte yandan yine aynı dinlerin “kadının erkeğin bir parçası olarak
yaratıldığını” savundukları, dinlerin oluşmasında/yayılmasında etkin
rolü olan kişilerin eril bir karakter taşıdıkları, kutsal kitapların
muhataplarına eril bir dille hitap ettikleri, hatta tanrının “babalık”
kategorisi üzerinden eril olarak tasvir edildiği açıktır. Din, erkek
alanı olarak; erkeklere özel bir durum olarak tasvir edilir. Kadınlar
ise onlara atfedilen roller üzerinden; daha doğru bir deyişle
kapatıldıkları mekânlardan (evlerinden) din tarafından dışarıda
bırakılmışlıklarını kimi/çoğu zaman “batıl”, “hurafe” olan aracılığı
aşmaya çalışırlar. Kadını dışlayan, ikincilleştiren, yok sayan bu
kültürel tasavvur kadının din ile ilişkisine de yansıyarak onun edilgen
ve itaatkâr bir karakteri hiçbir şekilde sorgulamaksızın
benimsemesine/kabullenmesine sebep olur. Bu veriler ışığında sorulması
gereken soru şudur: Kadınlar neden onları yok sayan, ikincilleştiren,
dışlayan, küçük düşüren bir kültürün içinde zaman geçirir ve emek
harcarlar? Bu soruyu yanıtlamak oldukça güç. Bu nedenle bu sorunun
yanıtlanmasından çok, kadının varoluşsal bir seçim olarak bağımlı bir
akılla yaşamak yerine özgür bir akılla yaşayabilmesi için bu soruyu
sormasına vesile olmak amaçlanmaktadır. Aynı nedenle -Cristian
Mungiu’nin Tepelerin Ardında adlı filmi aracılığıyla- bir Ortodoks manastırına girilecek ve bu sorgulamanın nasıl yaşandığı takip edilecektir.
’89 sonrasında Romanya’da din siyasi bir araç haline gelir. Öyle ki
her 20.000 kiliseye karşılık 5000 okul ve hastane vardır. Yukarıda
bahsedilenlerden yola çıkarak, bu süreçte kadının (bedeninin) din ve
iktidar tarafından tahrip edildiği bilgisine ulaşmak zor olmaz. Tepelerin Ardında da bu durumu; Ceauşescu
dönemi sonrası Romanya’sında din ve iktidar arasında sıkışmış Rumen
kadınlarının çaresizliğini anlatır. Alina ve Voichita yurtta birlikte
büyümüş ve bu süreçte -açıkça belirtilmese de-duygusal yakınlık yaşamış
iki kadındır. Voichita yurttan sonraki dönemde yaşadığı “kötü”
deneyimlerden arınmak için dine “sığınır”, bir manastırda rahibe olur.
Alina ise dine başkaldırarak, yeni bir hayat kurmak için Almanya’ya
gider, fakat orada tutunamaz. Bir süre sonra kendisine ve Voichita’ya
bir gemide iş bulur ve bunu haber vermek için arkadaşının yanına gelir.
Voichita Orta Çağ’ın kasvetli havasına bürünmüş ve bu karanlıkta,
tanrıya koşulsuz inanan insanların bilinçsizliğiyle yaşamaya başlar.
Alina ise arkadaşının zihninin bulandığının farkındadır. Fakat
arkadaşını bu karanlıktan kurtarmaya çalıştıkça, manastırdan çıkamadığı
için, aynı karanlığın içinde boğulup gider. Voichita ise kendisinin
arkadaşına; dine koşulsuz bağlanmanın ise kendisine yaptığı kötülüğün
farkına çok geç varır.
Bu süreç Platon’un mağara alegorisine benzer. Alina, manastırda sahte
bir dünyanın yanıltıcılığıyla yaşar. Onu bağlayan, körelten, karanlığa
gömen şey, yani zincirleri, iktidar ve dinin yalanlarıyla örülmüştür.
Gerçek zannettikleri ise gölgelerdir. Bu nedenle onu değersiz, ikincil
ve bağımlı kılan karanlığı sorgulamaz. Alina, “aydınlığı” görmüştür; bu
nedenle arkadaşının gözünü açmaya çalışır. Voichita, bu durumun
sorgulanamaz olduğunu düşündüğü için, arkadaşını “doğru olana” döndürmek
için çabalar. Voichita’nın taptığı gölgeler, Alina’nın aydınlığını
şeytanla özdeşleştirir. Bu “günahkâr” kadın, şeytan tarafından
yönlendirildiği gerekçesiyle yok edilir. Voichita geç de olsa aydınlığı
görme çabası içine girer ve arkadaşını yok eden karanlıktan çıkma kararı
alır. Artık şeytan çıkarma ayinlerini ve bu nedenle arkadaşına yapılan
işkenceleri sorgulama vakti gelmiştir. Voichita yavaş yavaş aydınlığı
görürken, önce başındaki örtüyü çıkarır; sonra onu karanlığa gömen siyah
giysilerini çıkararak kaybettiği arkadaşının kıyafetlerini giyinir. Bu
nedenle “zayıf” olarak itham edilecekse de gözleri yavaş yavaş aydınlığa
alışır ve gerçekliği görmeye başlar.
Alina ve Voichita’nın yaşadıkları Orta Çağ’dan bir kesit gibi görünse
de günümüz gerçeğinden başka bir şey değil. Filmin final sekansında
günümüze yapılan göndermeler bunun kanıtıdır. Cama sıçrayan çamur ise
(dün ya da bugün) tepelerin ardında da, önünde de muktedirin kurduğu
kültürel tasavvurun kadınları karanlığa gömmeye çalıştığını gösterir
gibidir. Voichita’nın bağımlı bir akılla yaşamak yerine özgür bir akılla
yaşayabilmek için içinde bulunduğu bu durumu sorgulama süreci içinde
bulunduğu karanlığı yok etmeye başlar. Onu bu sürece taşıyan şey
aydınlığı görme çabasıdır. Bağımlı bir akılla, karanlıkla yoğrulmuş
gölgelere tapınmak yerine, özgür bir akılla yaşamak isteyen her kadının
yüzünü ışığa dönmesi kadınların kurtuluşuna giden yoldaki en büyük
engelleri yok etmeye yarayacaktır.