29 Haziran 2012 Cuma

Özgürlüğe Açılamayan Kapılar



 
Türkiye’de her üç kadından biri kocası/babası/akrabası/sevgilisi tarafından şiddet (dayak, taciz, tecavüz, …) görüyor ve her gün üç kadın öldürülüyor. Erkeklerin böylesine şiddetli “sevgisine” maruz kalan kadınlardan bazıları katillerinden kaçmak için çareyi sığınmaevlerinde arıyor. Fakat sığınmaevlerine sığınma kategorileri her kadının buradan medet ummasını engelliyor. Bugün Türkiye’de nüfus 75 milyona yaklaşırken sığınma evleri sayısı altmış dokuzu geçemiyor. Hal böyleyken kadınlar şiddetten, dayaktan, tacizden, tecavüzden hatta öldürülmekten kaçmak için sığınacak bir yer bulamıyorlar.

Medeni kanun her ne kadar kadın erkek eşitliğini sağlama çabasında görünüyorsa da henüz derin eksikliklerin olduğu aşikâr. 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Yasa da kadını koruyacak gibi görünüyor ama bu yasanın da henüz (13 yıldır) uygulamaya geç(e)mediği görülüyor. Bu nedenle gün geçmiyor ki, bir kadın daha alışverişe/komşusuna/dışarıya/işe gitti diye, dar giysiler giydi diye, erkeklerle konuştu diye vb. canından oluyor. Devlet ise bu duruma “haksız tahrik indirimleri” ile “destek” oluyor. Çünkü kadını kutsal aile söyleminin dışına çıkaran bu eylemler erkeği “tarik ediyor”. Ataerkil zihniyetin dışına çıkamayan hâkimler ve yasa koyucular da erkeğin eylemlerini haklı bulmakla yetiniyor. Dolayısıyla kadın zindana dönen hayatından kurtulmak için çareyi sığınmaevlerine sığınmakta buluyor.

Oysa sığınmaevleri; başlangıç olarak yetersiz sayısıyla, kimilerinin güvenilirlik ve gizliliği sağlayamamasıyla, kimilerinin yaş sınırı belirlemesiyle, kimilerinin kadının geçmişini temel almasıyla (seks işçisi, alkolik, madde bağımlısı kadınların kabul edilmemesi gibi), ataerkil yapılanmalarıyla, hiyerarşiyi barındırmalarıyla, sınırlı sürede sığınılacak mekanlar olmalarıyla kadını korumak yerine çoğu zaman kadının evine yani fiziksel, psikolojik, ekonomik, cinsel şiddetin olduğu mekanlara geri dönmesine sebep oluyor. Sığınmaevleri kadınlar ve çocukları için güvenli ve şiddetten korunabilecekleri yerler olarak algılanıyor. Fakat iktidar ve yöneticiler bu algının kırılması konusunda çabalıyor. Örneğin Başbakan “bizim kadınımız sığınamaz” diye bir söylemde bulunuyor. Bu durum erkek şiddetinin teşhir edilmesinin önünü kapatan bir yapı içeriyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı SHÇEK’lerden “kadınları kocalarıyla barıştırılması” isteminde bulunuyor. Bazı sığınmaevi yöneticileri ise kadınların buraya bağlanmaması, özenmemesi için yani evlerine geri dönmeleri için sığınmaevlerinin standartlarını yüksek tutmadıklarını belirtiliyor. Dolayısıyla devletin kendi eliyle kadının şiddete teslim edildiği görülüyor.

Birçok sığınmaevi gizlilik politikasına özen gösterdiği halde çelişkili durumlar ortaya çıkıyor. Kadınların her türlü şiddetten korunmak için sığındıkları sığınma evleri kimi zaman şiddet uygulayan kocanın rahatlıkla bulabildiği bir yer oluyor. (Sahi şiddet uygulayan erkek sığınmaevinin yerini nereden biliyor?) Aynı şekilde şiddet uygulayan koca savcılığa eşinin kayıp olduğunu bildirdiği anda buradan kadın sığınmaevinin adresini alabiliyor. Sığınmaevi yöneticileri ise kadınları eşleriyle barıştırmak için çaba sarfediyor ve kadının arkasındaymış gibi görünerek kadını şiddete teslim ediyor. Sığınmaevlerinin gizlilik politikasının çelişkili yönü ise şu noktada: Kimi sığınmaevi yöneticileri kadınları korumak amacıyla onlara cezaevi hayatı yaşatabiliyor. Oysa kadın zaten bir şiddet ortamından kaçtığı için bir travma yaşıyor ve bu noktada psikolojik desteğe ihtiyacı oluyor. Kadının sığınmaevine hapsedilmesi onun yaşadıklarını atlatmasını sağlamak yerine kendi içine kapanmasını ve kendini etrafa karşı izole etmesine sebep oluyor.

Sığınmaevlerinin bir diğer çıkmazı ise kadınların burada kalma sürelerinin kısıtlı olmasıdır. Genel olarak üç aylık bir süre içinde sığınmaevini terk etmesi istenen kadınlar zaten yaşadıkları şiddetin etkisinden kurtulamadan kendi ayakları üzerinde durma çabası içine girmeye çalışıyorlar. Ancak yukarıda belirtildiği için gizlilik adına bir cezaevini andıran sığınmaevlerinde kalan kadınlar buradan dışarı çıkamadıkları için, sosyalleşemedikleri için, bir iş bulamadıkları için maddi yetersizliklerin kurbanı oluyor ve üç ayın sonunda terk etmeye çalıştıkları şiddet ortamına geri dönmek zorunda bırakılıyorlar. Diğer sığınmaevleri ise (yani kadınları hapsetmeyenler) yine üç aylık süre sunduklarından kadın kendi ayakları üzerinde durmaya öğrenmeye başlasa da bu süreç yeni bir ev kurmasına ve geçindirmesine olanak sağlamıyor. Bu nedenle sığınmaevlerinde kalma süresi de kadını evine geri dönmeye mecbur bırakan etkenlerden biri oluyor.

Bu noktada kadın sığınmaevlerini sunum modellerine göre ayırmak gerekiyor. Çünkü kimi sığınmaevleri (Mor Çatı ve VAKAD) feminist kurama göre hareket edip kadının kendi ayakları üzerinde durmasını, sosyalleşmesini, iş hayatına atılmasını ve kendine yeni bir hayat kurma noktasında 3 ay gibi sınırlı bir sürede sığınmaevinden ayrılma koşulunu sunmaz. Belediyelere ve SHÇEK’e bağlı sığınmaevlerinde ise durum değişiyor. SHÇEK’e bağlı sığınma evleri geleneksel sosyal hizmet modelini izliyor ve “aile odaklı” bir politika benimsiyor. Yani asıl amaç sığınmaevine gelen kadınların şiddetten bir süre uzak kalmasını sağlamakla kalıyor. Daha açık bir deyişle ataerkilliğin izlerinin sürdürüldüğü bu modelde kadın evde olmadığı süre içinde sığınmaevinde misafir ediliyor; yani sokağın “kötülüğünden” kurtularak güvenli bir ortama teslim oluyor, böylece eşi onu almaya geldiğinde -sığınmaevinden aldığı belgeyle- kadının nerede olduğu konusunda şüpheye düşmemiş oluyor. Belediyelere bağlı sığınmaevlerinde ise durum belediyenin siyasi görüşüne göre değişiklik gösteriyor. Muhafazakâr partili belediyelere bağlı sığınmaevleri kadın bakış açısını yadsıyarak, hatta bunu onaylamayan bir yapıyla, aile odaklı, kadının evine geri dönmesini sağlamaya odaklanan bir yapıya sahiptir. Bu belediyeler sığınmaevlerini bir hayır kurumu olarak görüyor ve buraya gelen kadınları koruyarak hayır işlediklerini düşünüyorlar. Öte yandan kaderci bir tutum takınarak, “kadınların kontrol altında tutulmaları gerektiğini” düşünüyorlar ve “kadının evine geri dönmesi dışında bir çare olmadığına” inanıyorlar (Songül Sallan Gül, Türkiye’de Kadın Sığınmaevleri: Erkek Şiddetine Uzak Yaşama Açılan Kapılar Mı?,  İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 2011, s.108). Kimi sol partili sığınmaevleri ise “sığınmaevi çabalarının yetersiz olduğunu, sadece şiddetin ertelenmesini sebep olduğunu, kadınların eve dönmek zorunda kaldıklarını ve sorunu çözmede yetersiz kalındığını” belirtiliyor (s.108).
           
Sığınmaevlerinin amacı, Türkiye’deki birçok sığınmaevinin izlediği politikada olduğu gibi, eşleri barıştırmaya odaklanmamalıdır. Amaç kadının şiddetten korunmasını/kurtulmasını sağlamak olmalıdır. Bugün Türkiye’deki sığınmaevi sayısına bakıldığında sayının yüzü bile geçmediği oysa 1400 civarında olması gerektiği görülmektedir. Her ne kadar 50000in üzerinde nüfusa sahip belediyelerde bir sığınmaevi olması gerekse de belediyeler bunu rant aracı olarak kullanamadıklarından, hatta kimi zaman kadının evinden uzaklaşmasına sebep olarak görülen mekanlar olarak görülerek oy kaybına sebep olduklarından kanuna eklenen “ivedi ise” ve “maddi durum yeterliyse” sözcüklerinin ardına sığınarak sığınmaevi açma işini erteliyorlar. Oysa bu durum ataerkil yapıyı bir kez daha güçlendirmekten ve kadının konumunu aileye, şiddete, eve hapsetmekten başka tek bir şeye sebep oluyor: Kadın cinayetlerine.

Songül Sallan Gül 
Türkiye’de Kadın Sığınmaevleri: Erkek Şiddetine Uzak Yaşama Açılan Kapılar Mı? 
İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 2011.
278 s.


http://www.amargi.org.tr/?q=node/896

Baharat Deyip Geçmeyin!




Bu MÖ 4. yüzyıldan günümüze kadar devam eden bir yolculuk. Her ne kadar bir zamanlar çok değerli olsa da bu gün sadece sofralarda yer bulabiliyor. Tüketim toplumunda modası geçen her şey gibi o da 18. yüzyıldan itibaren o şaşaalı zamanlarını yitiriyor. Bu yolculukta, sosyal statü belirtisi olmaktan, ilaç olmaya, kutsal bir değer taşımaktan, ticareti canlandıran bir meta olmaya birçok meziyete de sahip olmaktan geri kalmıyor. Bahsedilen yolculuğu gerçekleştiren şey günümüzde bu kadar değerli olmuş olabileceği akıllara bile gelemeyecek olan; baharat.

MS 1. yüzyılda keşfedilen ve bir arzu nesnesi haline gelen baharat Ortaçağ Avrupa’sında gastronomide kullanılıyor olsa da sosyal statünün göstergesi sayılıyordu. Birçok zaman soylular yapılan yemeklerde kullanılan baharat oranının yüksek tutulmasını istiyordu –ki ne kadar varlıkları anlaşılabilsin. İpek, değerli taşlar ve değerli metallerin yanında baharat da yerini alıyordu. Çünkü değeri onu zümrüt, yakut, altın kadar değerli yapıyordu. Bu nedenle yemeklerde kullanılan baharat oranı –ne kadar abartılsa da- daha çok kullanılıyordu. Ortaçağ’da baharat kimi zaman da ziyafetleri şenlendiren misafirlere hediye ediliyordu. Böylece misafire en değerli hediyelerden bir verilmiş oluyordu.

Baharatın yolculuğu sadece gastronomi alanında ilerlemiyordu. Ortaçağ’da bir süre sonra baharatın şifa verici özelliğinin olabileceği de düşünülüyordu. Çünkü baharat bedendeki uyumu sağlamak için kullanılabilecek en iyi ilaçtı. Her ne kadar lüks bir madde olsa da çok yararlı olduğu düşünülüyordu. Bu nedenle çekiciliği daha fazla artıyordu. Bugün önemini yitirdiği açıkça görülüyor. Fakat bir zamanlar baharatla yapılan kola o zaman sağlıklı bir tonikti ve bütün eczaneler üretim sağlamak için kola makineleri bulunduruyordu. (s. 80)

Baharatın lüksü, sağlıklı olması ve cazibesi onu her geçen gün daha fazla arzu edilen bir meta haline getiriyordu. Ortaçağ Avrupa’sının yemek kitaplarında çok fazla yer alsa da ilaç olarak da kullanılıyordu. Bu özellikleri baharatı kutsal bir varlık haline getiriyordu. Bu özellikler ve baharatın nereden geldiğinin bilinmemesi onu bir yandan gizemli kılarken bir yandan kutsallaştırıyordu. Kimi zaman baharatın cennette biten tohumlar olduğu düşünülüyordu, kimi zamansa cennetteki nehirlerle taşındığı. Neredeyse cennetin nerede olduğunun tartışılacağı noktada asıl soru ortaya çıkıyordu: Baharat nereden geliyordu?

Bu soru Ortaçağ Avrupa’sında en çok düşünülen sorulardan biriydi. Çünkü bu sorunun cevabı hem ticari anlamda hem de statü olarak yükselmeyi sağlayabilirdi. Bu nedenle tüccarlar bu sorunun –yani baharatın- peşinden gitmek istiyorlardı. Ancak Ortaçağ Avrupa’sında tüccarların ilk elden baharata ulaşmaları mümkün değildi. Birçok zaman ya ipek yolu üzerinden gelen tüccarlardan, ya da başka tüccarlar aracılığıyla baharata ulaşabiliyorlardı. Bu durum Avrupalı tüccarı daha hırslı hale getiriyordu. Bu nedenle deniz adamları baharat için daha uzun yolculuklara çıkmaya başlayacaklardı.

Avrupalılar zamanla baharat ve diğer değerli ürünler için daha da hırslanıyorlardı. Çünkü bunların kaynağını bulmanın onlara zenginlik getireceğini biliyorlardı. Bu nedenle keşif yolculukları olarak belirtilen fakat aslında ticari olan yolculuklar için denize açıldılar. Denizaşırı yolculukları ne kadar uzun sürse de buldukları/keşfettiklerini sandıkları her adada daha büyük zenginlikler buluyorlardı. Bu zenginlikleri baharat, altın, değerli taş vb. adalardaki yerlilerden bardak, çanak, boncuk gibi değersiz şeylerle değiş tokuş ediyorlardı. Böylece Avrupa’ya getirdikleri bu ürünlerden inanılmaz kar edebiliyorlardı.

Bu durum “kardeşçe” bir takas olarak devam edemezdi. Bir süre sonra yerliler Avrupalının gerçek amacını anladığında işler tersine döner. Fakat Avrupalı tüccarlar için bu bir sorun değildir. Bu noktada katliamlar başlar. Baharat deyip geçmeyin! Sadece bu meta uğruna olmasa da bir zamanlar yapılan katliamın, sömürgeciliğin, köle ticaretinin -hatta küreselleşmenin- sebeplerinden bir olmadığı yadsınamaz. Avrupalının ticaret hırsı adalardaki yerlileri sömürgeleştirmelerine ve kendi ülkelerinde yüzde 2500lere varan kârlar elde etmelerini sağlamıştır.

Baharatın bu şaşaalı yılları yüzyıllar sürse de bir yerde sona erer. 18. yüzyıl Avrupası Ortaçağ’ın gösterişine uzaktır. Bu nedenle aşçılar sadelikten daha çok hoşlanırlar ve baharat sofralardaki abartılı yerini kaybeder. Modern toplumda, zaten modasını bir anda yitirecek olan baharat bugün sadece yemeklerde, tatlılarda, bazı ilaçlarda sıradan bir madde olarak yer alır.

Paul Freedman
Doğu’nun Armağanı: Baharatın Yolculuğu
Türkçesi: İmge Tan
İstanbul: Everest Yayınları, 2011
326s.

http://www.insanokur.org/?p=35054

Kadın İçin...



 
Ancak olmaması gereken ama olan ve hiç durmadan olmaya devam eden bir şey, küçük bir şey, hatırlandığında her şeyi, yaşamın tüm zenginliğini ve kocamanlığını alıp çürük bir fındık tanesine, ezilmiş bir sineğin duvarda bıraktığı sapsarı lekeciğe indirgeyiveren bir hiçbir şey vardı.”(s. 31) Bu cümleyle başlıyor her şey. Esir alınmış iki kız kardeşin geçmişlerinden, esir alınmadan önceki hayatlarından gelen sesin verdiği rahatsızlıkla başlıyor. Bu rahatsızlık bir adalet arayışından başka bir şey değil. Le Guin’in yine metaforlarla anlattığı bu öykü de sıradan olmayan ama çok tanıdık kişilerin öyküsü; kadınların.

 Le Guin kalemi eline alıyor ve başka bir dünya çizmeye başlıyor. Bu başkalık daha ilk satırlardan aynılıklara gebe. Bu dünyada evlenilmek üzere yetiştirilmek için köleleştirilen kadınlar, adaletten haberi olmayan ama kendini tanrı ilan eden erkekler, bir de olana bitene boyun eğen diğer kadınlar var. Bu öyküdeki tüm önemli roller günlük hayatta sıkça karşılaşılabilecek insanlara verilmiş; kadınlara ve erkeklere. Daha doğru bir deyişle yine tüm önemli rolleri erkekler üzerlerine alınırken, kadınlara kabullenmişlik, itaatkârlık ve kölelik kalmış. Bu yanıyla Le Guin’in bu kurgusunun da düşsel olmadığı aksine toplumsal gerçekliklerden yararlandığı açıkça görülmektedir. Öyküde hiyerarşik bir yapılanma söz konusu: Taç erkekleri, köle toprak kadınları ve doğurdukları tanrılar, bir de erkek akıldan beslenmiş diğer kadınlar.

Öyküde Bela Ten Belen ve arkadaşlarının yağmalamaya gittikleri köyden getirdikleri köle kızların içinde sıkışıp kaldıkları yazgıları anlatılıyor. Toprak kızları evlenilmek için yetiştirilmek üzere esir alınıyor. Yolda esirlerden biri –bir bebek- öldüğü için çalılıkların arasına atılıyor. Esirlerden Modh ve Mal ise Bela’nın evinde “el bebek gül bebek” yaşamaya başlıyorlar. Bu süreç onların kadınlığa attıkları adımları ve içinden kurtulamadıkları o durumu içermektedir. İkisi de yaşamak zorunda bırakıldıkları bu ipeklerle sarılı hayattan kurtulmayı düşünmüyor/düşünemiyor. Ancak ikisi de geçmişte bıraktıkları o izden –var edemedikleri adalet duygusundan- o hiçbir şeyden, bir bebeğin ağlama sesinden kurtulamıyor. Modh yazgısını kabullenip ona çizilen sınırlarda yaşamaya çalışırken, Mal şiddet görerek yazılan bir kaderi geçmişin izlerinden kurtulamıyor. Bu izler ise bu iki kadının sonunu getiren seslerden başka bir şey değil.

Günümüzde de durum farklı değildir. Erkekler Bela gibi “köle avı”na çıkmıyor belki ama seçtikleri kadınları evlerine getirip onlara kadınlık yapsınlar diye “yetiştiriyorlar”. Bu yetiştirme tarzı -Modh ve Mal’un de başına geldiği gibi- erkeğin kültürel yapısına göre düzenleniyor. Görevler yine aynı: Erkekler yine sadece çocuk yapmakla –ya da buna katkıda bulunmakla-, kadını “evde tutmakla” ilgilenirken, kadınlar belli bir yaşa geldiklerinde “satın alınan”, erkek akla uygun düşünmek zorunda olan ve itaat etmeye zorlanan taraf oluyor.

Le Guin’in bu öyküde kullandığı metaforları açıkça görmek mümkün. Ancak öyküyü okuyup, içinde kaybolurken insan kendini Le Guin’in Türkiye’de kadının konumunu göz önünde bulundurup bulundurmadığını düşünmekten kendini alamıyor. Öykünün tanıtım metni, anlatılanların bir adalet arayışı olduğunu söylese de, durum bundan ibaret değildir. Le Guin’in feminist bakış açısı bu öyküsünde de kendini gösteriyor. 54 sayfalık bir öyküye kocaman bir dünya sığdıran Le Guin, bu iki kadının –ve diğer kadınların- benliklerinin ve kültürlerinin yok edilişindeki adaletsizliği eleştiriyor.

Not: Bu öykünün ardında bir söyleşi, iki deneme biraz da şiir var. Le Guin ne yazsa okunuyor. Öykünün etkisinden kurtulmak mümkün olmasa da Le Guin’in “bestseller”lar, yayımcılar ve kitap okurları hakkında düşündüklerini öğrenince  “uyanık okur” olmaya daha bir bağlanılıyor.

Ursula K. Le Guin
Yaban Kızlar
çev. Algan Sezgintüredi
İstanbul: Versus Kitap Yayınları, 2011
100s. 

C.'nin Hayatında Kadınların Rolü


Aşk orada öyle, bir kaya gibi, durmaz;
Hep yeni baştan, ekmek gibi, yeniden yapılmalıdır.
Ursula K. Le Guin 

Tüm tüketim nesneleri gibi aile, aşk ve cinsellik gibi kavramlar da modernleşmenin açgözlülüğünden nasibini almıştır. Kutsal aile söyleminin yerine bugün kolayca dağılıp kurulan, bireysel hayattan daha uzun süreli olmayan ilişkiler yumağı geçmiştir. Daha açık söylemek gerekirse ailelerin uzun ömrünün/ölümsüzlüğünün/kalıcılığının ifadesi olan aile albümleri yerini silinebilen, tekrar tekrar kayıt yapılmasına olanak sağlayan video kayıt cihazlarına bırakmıştır. Ölümün bile ayıramayacağı düşünülen sevgilerden alınan tatmin tükenince karşılıklı olarak vazgeçilen ilişkiler haline gelmiştir. Modernleşme ile birlikte kalıcılık, ölümsüzlük, süreklilik gibi değerlerin yitip gittiği aşikâr. Birbiri için var olduğuna inanılan sevgiler yerini güvensiz, belirsiz, geçici ve sıradan ilişkilere bırakmıştır.

Modernleşmenin bu açmazları C.’nin kendini kurma sürecinde kendini sık sık gösterir. Freudcu bakış açısıyla cinselliğin öz-benliğin keşfedilebileceği temel yer olduğu düşünülürse, C.’nin tüm deneyimleri onun neyi aradığının göstergesi olabilir.

Şaşı Kadın, Ayşe ve B.
C. aslında ne aradığını bilen biri. Gerçek sevgiyi aramaktadır ancak bu sevgi odipal bir sürecin ürünü. Anne sevgisi tatmamış olduğundan teyzesine duyduğu sevginin benzerini arıyor: Anne/sevgili kadını. Aradığı bu kadın ne kadar yakınında olursa olsun ona ulaşma süreci o kadar zorlaşıyor. C.’nin aradığı kendi gibi biri ya da zaten kendisi. Vıcık vıcık ilişkilerden tiksinmiş, her şeyin bir sırası olduğunu düşünen anlayışa karşı. Kadınları bir deney hayvanı gibi gören erkeklerden değil C. ve bu nedenle “sıcak sevgiye değil etini satmaya giden kadın”lardan değil aradığı. Onun aradığı tensel hazdan ibaret değil. Çünkü C. bu durumun -her şeyin birer tüketim nesnesi haline gelmesinin farkındalığıyla- doyumsuzluğa sebep olduğunun, her defasında yeni deneyimlere gebe olduğunun farkındadır.

Onun aşk kavramında anne-baba ya da diğerlerinin yeri yoktur. C.’ye göre önemli olan birbiri için var olduğuna inanmaktır. Bu nedenle anne-babanın/diğerlerinin ne düşündüğü önemli değildir. Ayşe’nin anlamak istemediği şeyin temelinde bu durum yatar. Bu nedenle kadın ailesinden her bahsedişinde C. ona “Sen kimsesi yok bir kızsın” der. Zaten C.’nin aradığı sadece iki kişiden oluşan ve sevgi üzerine kurulu bir dünyadır. Bu nedenle onun kadının ebeveynlerini önemsemesi beklenemez. Öte yandan C.’nin -içinde yaşadığı modern toplum temel alınırsa- asıl “problem” tabulara/toplumsal kurallara/toplumun değer yargılarına karşı çıkmasında yatar. Bu nedenle C. bu toplumsal yapı içinde onu anlayacak kadını arama süreci içine girer. Bu süreçte, amacının diğerlerinden farklı olması nedeniyle daha büyük yalnızlıklarla baş etmeye çalışır. Ancak onun için bu sorun değildir, zaten onu anlamayan ve onun gibi olmayan insanlara yabancılaşmıştır. Onun için önemli olan aradığı şeyi bulma çabasıdır.

Devamı; Roman Kahramanları Sayı:9 Ocak/Mart 2012.

Le Guin'den İnsani Bilim-Kurgu


Le Guin ile sohbet ettiğinizi hissettiren Kadınlar, Rüyalar ve Ejdarhalar tadında bu kitap da. Ancak bir yanıyla farklı. Bu sefer bir yandan anlatıyor Le Guin bir yandan açıklamalar getiriyor; önce öyküyü nasıl veya neden yazdığını aktarıyor. Kimi, neyi anlatmak istediğini belirtiyor. Ancak çoğu zaman da düşündürüyor. Her ne kadar romanlarında/öykülerinde metaforlara yer vermediğini söylese de eteğindeki taşları yere döküyor. Sonra okura heyecanla okumayı ve taşları yerine yerleştirmeyi bırakıyor. Her bir öykü Le Guin’in romanlarının tuğlaları adeta. Yerdeniz serisinden, Mülksüzler’e, Karanlığın Sol Eli’nden, Rocannon’un Dünyası’na… Kendi deyimiyle bir tür “retrospektif” Rüzgarın On İki Köşesi. Belki de bir tür eskiz defteri/kitabı.

Her bir öykü bilim kurgu tadında. Ancak Le Guin’in deyimiyle “insani bilim-kurgu” bu öyküler. Belki havada uçan araçlar, insanları yok eden silahlar, insanların yerine geçen robotlar yok ama burada hayatın gerçekleri var. Bilim var; bilim insanına ve yaptığı sanata saygı var. Bir sanat olarak bilimin ayakta kalması için verilen çaba var. Bilimin varlığının ve kazanımlarının önemi var. Le Guin’de bazen “dünya ile Tanrı arasındaki uzaklığı ölçmeye çalışan” bazen de yerin altında yıldızları arayan –ve bulan- bilim adamlarının verdiği değerli mücadele var.

Kimi öykülerde psikolojik çözümlemeler yapıyor Le Guin. Yerdeniz’e ilk adımı “Halas Büyüsü” adlı öyküsü ile atıyor. Jung’un gölge kavramından yararlanıp bilinçdışındaki gölgelerden kaçmanın çözüm olmadığını ve onlarla yüzleşmek gereğini anlatıyor. Bazen isim kuralını anımsatarak isimlerin insanların zaafları olduğunu yazıyor, bazen de insanın karanlık yönüyle/ gölgesiyle/zaaflarıyla kararlılıkla savaşması gerektiğini hatırlatıyor. Kendini bulmanın ya da kaybetmenin önemini anlatıyor, insanın karanlıkla veya korkularıyla verilen mücadelenin nasıl aşıldığını/aşılmadığını örnekleyerek gösteriyor; “ağaca bakıp ormanını görememenin” sakıncalarını anlatıyor. Tüm bunlar Yerdeniz serisini bir kez daha okuma isteği doğuruyor.  

Kimi öykülerde ise “var olmak” için atılan adımların değerinden bahsediyor. Bazen on kişilik bir klonun sağ kalan son üyesinin birey olma çabasında açığa çıkarıyor bunu. Bazen de hayal ederek umut etmeyi öğrenen ve denize taşlar döşeyip mutlak sondan kaçmaya çalışan insanların verdiği mücadeleyle anlatıyor. Kimi zaman bir kadın en çok değer verdiklerini yitirmek pahasına, kimi zaman bir kral iktidarı kaybetmek pahasına veriyor, bu mücadeleyi. Le Guin’in kahramanları, kaybettiklerinin ancak onların varoluşları ile gerçek bir anlamı olduğunu anlasa da her şeyin bitmediğini biliyor ve hayata daha sağlam adımlarla devam ediyor. Yalnız olsun/olmasın kendi gibi olabilmenin değerini/anlamını öğreniyor.

Le Guin kimi öykülerde ise ütopyalar kuruyor. “Omelas’ı Bırakıp Gidenler”in mevcut olanı kabullenemeyip nasıl başkaldırdığını anlatıyor. Le Guin bunu yaparken amacının “karanlık ütopyalar aracılığı ile insanları uyarmak” olduğunu söylüyor. Mevcut olanı başının üstüne koyan anlayışı baş aşağı ederek, yeni bir dünyanın mümkün olabileceğini anlatıyor. Çünkü mevcut olanı kabul ettirmek için söylenen her söz bir göz bağından ibaret ve bunun ardına bakabilmek gerekiyor. Bu nedenle Le Guin Omelas’ı bırakıp gitmenin; sınırsız mutluluk vaatlerinin gerçek yüzünü görebilmenin değerini anlatıyor. Le Guin devrimi anlatıyor. İkircikli bir ütopya olarak adlandırdığı Mülksüzler’in gerçekleştirdiği devrimin fikrini yayan Odo’yu anlatıyor.

Le Guin anlattığı tüm öyküleri heyecanla anlatırken okuyucunun da sayfaları heyecanla çevirmesini sağlıyor. Kendini bir meşe ağacının yerine bile koyabiliyor. Hayatın akışını, yılda birkaç kez yanından geçtiği, meşe ağacının gözünden bakıyormuşçasına anlatıyor. Belki de bunu bile yapabilmesinin ve ağaçları bu kadar çok anlatmasının tek sebebi var: Onun bir çınar olması.      

Ursula K. Le Guin
Rüzgarın On İki Köşesi
Çev. Aysun Babacan
İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2011
320s.