Sinan
Özbek’in son kitabı çıktı. Notos Kitap tarafından yayınlanan kitap, Pratik Felsefe Yazıları, günlük hayatta
felsefinin yeri nedir diye soranlar için. Kitapta çağımızın felsefi sorunlarını
oluşturan kavramlar -savaş, namus cinayetleri, ahlak, ölüm, asimilasyon ve
iktidar- belli sorunlar etrafında ele alınıyor. Savaşın ekonomi-politiği, namus
cinayetlerinin ataerkil toplumlarla ilişkisi, Türkiye’de esnaf ahlakının
belirleyici olma sebebi, ötenazinin meşruluğu, asimilasyon ve iktidarın gücünün
sınırları eleştiriliyor. Böylece gündelik hayatta görmezden gelinen soruların
gün yüzüne çıkarılması ve bunların felsefe yardımıyla sorgulanabilir olmasını
sağlanıyor.
Savaşın konu edildiği bölümde Özbek, Kant’ın yüce kavramını ele alışından yola çıkıyor ve savaşın bir sanat nesnesi olup olamayacağını sorguluyor. Özellikle savaş şiirleri üzerinde duruyor ve bu tutumun savaşı “ekonomik, politik, militarist bir olgu ve emperyalist güç politikalarının bir aracı” olarak algılanmasını engellediğini ifade ediyor. Bu durumu da yakın zamanda gerçekleşmiş savaşlar (Körfez, Kosova, Afganistan, Irak) üzerinden açıklığa kavuşturuyor. Özbek söz konusu savaşların nedenlerini incelediğinde ortaya şöyle bir tablo çıkarıyor: insanların psişik durumları (doğa durumuna dönme isteği), insanların uğruna savaş verebileceği ideolojiler ve etik gerekçeler. Oysa bu tablo savaşın asıl nedenini göz ardı ediyor. Bu yüzden Özbek, barış uğruna savaşanların da varlığına işaret ederek, savaşı “iktidar olma arzusu taşıyan grupların çıkar” mücadelesi olarak belirtiyor. Böylece savaşın psişik, ideolojik ve etik arka planının gerçek yüzünü çıkar çatışmaları ile açıklamış oluyor. “Savaşın bir ticaret olduğu” gerçeğinden yola çıkarak, ekonomik krizler ve savaşlar arasındaki ilişkiyi sorguluyor. Sorgulamanın götürdüğü yer ise, doğal olarak, adil bir ekonomik düzenin ilk koşulunu düşünmek ve aramak oluyor. Ekonominin bu şekilde düzenlenmesi ise, adalet arayışını sürüdürülmesinin sürekliliğini gerektiriyor.
Özbek namus cinayetleri bölümünde ise “insan öldürmenin nasıl bir düşünmenin sonucu” olduğunu araştırıryor. Ataerkil toplumlarda hangi dönüşümün namus cinayetlerinin doğmasına sebep olduğunu inceliyor. Özel mülkiyetin ortaya çıkması ile birlikte kadının bir mülk olarak görülmesinin, denetiminin erkeğe bırakılmasının bu dönüşümde rolünü anlamaya çalışıyor ve özellikle, miras ya da mülk bölüşümü söz konusu edildiğinde kadının cinselliğinin/namusunun denetlenmesi daha da arttığını tespit ediyor. Namus her ne kadar cinsel davranışlarla ilgili bir kavram olsa da, “bireyin tüm benliğine işliyor.” Örneğin aşiretlerde kadınlar, cinselliği ve doğurganlığı olan mallar olarak görüldüğünden, değerleri aile büyüklerinin çizdiği sınırlara göre belirleniyor. Yani meta olarak kadının değerini belirleyen asıl şey bu sınırlar oluyor. Özbek, “bu sınırların ihlali” sonucu gerçekleşen namus cinayetlerini Judith Butler’ın “ilişkisellik” kavramı ışığında inceliyor. Bu ilişkisellik “ben”den olan ile kuruluyor. Fakat sınırların ihlali sebebiyle gerçekleşen ve “kadının denetimini sağlayan” namus cinayetlerinde durum farklılaşıyor. Burada “ben” değil “biz” gözetiliyor. Bu nedenle “biz”e karşı gelenin yasının tutulması dahi söz konusu olamıyor. Namus cinayetlerini işleyenlerin pişmanlık duymaması da bundan kaynaklanıyor. Çünkü “biz”in “biz” olarak devam etmesini sağlayacak şey bu ölümdür. Namus cinayetlerini kadına yönelik bir şiddet türü olarak tanımlayan Özbek, namus cinayetlerini sadece doğuya/ Araplara/ İslama özgü olduğunu söylemenin bir tür ırkçılık olduğunu belirtiyor. Batı da benzer tutumlar cadı avları, “bekâret kemeri” uygulaması, ihtiras suçları ile uygulana gelmektedir.
Özbek bir başka bölümde esnaf ahlakını inceliyor. Öncelikle mutlak ahlak ilkelerinin olup olmadığı sorguluyor. Engels’ten yola çıkarak ahlakın belirleyicisinin üretim ilişkileri olduğu sonucuna varıyor. Fakat bunun, dönemin koşullarına göre değişkenlik gösterebileceğini de ekliyor. Genel geçer bir kural gibi ahlak kurulları belirlemenin mümkün olmadığın belirtiliyor. Söz konusu bu tutumla Özbek Türkiye’de belirleyici olan ahlak anlayışının ne olacağını araştırıyor. Türkiye’de nüfusun iş alanlarına nasıl dağıldığına baktığında, esnafın ahlaksal normları belirlediği sonucuna ulaşıyor. Türkiye’de çalışan nüfusun beşte birinin esnaf olması ve esnaflığın bayilik sistemi denilen bir araca sahip olması bazı ahlaki kavramların daha çok düşünülmesine yol açıyor. Özbek’e göre güven ve sadakat (ayrıca dindarlık) daha önemli gibi görünse de, asıl önemli olanın “karşılıklı çıkar” olarak tespit edilmesi gerektiğini savunuyor. Böylece ahlaksal yozlaşma olarak görülen şey toplumun ahlakının ve iktidarın kitle tabanının belirleyicisi oluyor.
Özbek ötenazi ve ölümeyardımın meşruluğunu, onların bir hak olup olmadığı üzerinden sorguluyor. Ötenazi isteyen kişinin buna hangi koşullar altında (psikolojik) karar verip veremeyeceği, ölümeyardım konusunda kimin kararının belirleyici olacağı (ailenin ve doktorun) üzerinde duruyor. Özbek ötenazinin kişinin bilinçli olduğu noktada bir hak olduğunu iddia ediyor, ölümeyardımın ise kişinin bireyliğinin ortadan kalktığı hallerde düşünülebileceğini ifade ediyor. Anadolu’da eski bir gelenek olarak aslında ötenazi ve ölümeyardımın çeşitli ritüellerle uygulandığını gözlemliyor.
Özbek, asimilasyonu göç olgusu ve tarihsel-teritoryal dil azınlıkları üzerinden inceliyor. Bir yandan göçmenlerin asimilasyonunun olması gerekip gerekmediğini tartışırken, diğer yandan Bauböck üzerinden “gönüllü” asimilasyon kavramının paradoksunu inceliyor. Bir başka açıdan ise ulus devletlerin oluşma sürecinde gerçekleşen asimilasyonda zorunluluğun rol oynadığını ve halkların kaynaşması sırasında “kendine has bilinç ve ulusal ekonomik pazar” yaratmış olan tarihsel-teritoryal dil azınlıkların bu kaynaşmada yer almadığını belirtiyor. Kimler asimile oluyor/olmuyor sorusunu yanıtlarken sınıfsal benzerliklerin asimilasyon sürecinde etkili olduğunu gösteriyor. Sonuç olarak ise asimilasyon sürecinde “tarafsızlık” kavramının önemli olduğunu ve asimilasyonun koşullarının oluştuğu yerde gerçekleştiğini, oluşmadığı yerde ise baskının da bir sonuç vermediğini belirtiyor.
Özbek bir sonraki bölümde gönüllülük, baskı, asimilasyon kavramlarının çağırdığı egemenlik ve egemenliğin sınırlarındırılması sorununa değiniyor. İktidarın gücünü kötüye kullanması engellenebilir mi sorusu etrafında tarihsel bir analiz yapıyor. Özbek’e göre Platon, yöneticiliği belli bir kesimin yapabileceğini düşündüğünden, iktidarın sınırlarını çizemiyor. Hobbes, egemen gücün adaletsizlik yapmayacağını düşünse de buyurma yetkisinin baskıcı bir yönetim için yeterli olacağı açık. Locke, yasama ve yürütme yetkisini ayırarak, yasamanın halkın seçimi ile oluşması gereğini savunsa da iktidarın gücünü kötüye kullanmasının çözümüne ulaşamıyor. Rousseau “halkın kurultay halinde toplanmasının iktidarın kötüye kullanımını” engelleyeceğini düşünse de kurultayın görüşlerinin iktidarın lehine yönlendirileceği açıktır. Özbek bu sorunun çözümünün Konseyler (Sovyetler) ya da Paris Komünü’nde olduğunu belirtiyor. Çünkü burada otorite yani “iktidarın kendisi yok ediliyor.”
Özetle Pratik Felsefe Yazıları bugün karşımıza çıkan felsefi sorunlardan bazılarına bulunabilecek çözümleri sorguluyor. Batılı düşüncelerle tartışıp, güncel örneklerle okuyucunun da tartışma ortamın içinde yer almasını sağlıyor. Gündelik hayatta karşımıza çıkan sorunların felsefe aracılığı ile sorgulanmasının çözüme ulaşmada kolaylaştırıcı bir etkisi olduğunu gösteriyor. Böylece okurun “gerçekleri” sorgulamasını sağlıyor.
Sinan Özbek
Pratik Felsefe Yazıları
İstanbul: Notos Kitap, 2011
167s.
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1036471&CategoryID=40
Savaşın konu edildiği bölümde Özbek, Kant’ın yüce kavramını ele alışından yola çıkıyor ve savaşın bir sanat nesnesi olup olamayacağını sorguluyor. Özellikle savaş şiirleri üzerinde duruyor ve bu tutumun savaşı “ekonomik, politik, militarist bir olgu ve emperyalist güç politikalarının bir aracı” olarak algılanmasını engellediğini ifade ediyor. Bu durumu da yakın zamanda gerçekleşmiş savaşlar (Körfez, Kosova, Afganistan, Irak) üzerinden açıklığa kavuşturuyor. Özbek söz konusu savaşların nedenlerini incelediğinde ortaya şöyle bir tablo çıkarıyor: insanların psişik durumları (doğa durumuna dönme isteği), insanların uğruna savaş verebileceği ideolojiler ve etik gerekçeler. Oysa bu tablo savaşın asıl nedenini göz ardı ediyor. Bu yüzden Özbek, barış uğruna savaşanların da varlığına işaret ederek, savaşı “iktidar olma arzusu taşıyan grupların çıkar” mücadelesi olarak belirtiyor. Böylece savaşın psişik, ideolojik ve etik arka planının gerçek yüzünü çıkar çatışmaları ile açıklamış oluyor. “Savaşın bir ticaret olduğu” gerçeğinden yola çıkarak, ekonomik krizler ve savaşlar arasındaki ilişkiyi sorguluyor. Sorgulamanın götürdüğü yer ise, doğal olarak, adil bir ekonomik düzenin ilk koşulunu düşünmek ve aramak oluyor. Ekonominin bu şekilde düzenlenmesi ise, adalet arayışını sürüdürülmesinin sürekliliğini gerektiriyor.
Özbek namus cinayetleri bölümünde ise “insan öldürmenin nasıl bir düşünmenin sonucu” olduğunu araştırıryor. Ataerkil toplumlarda hangi dönüşümün namus cinayetlerinin doğmasına sebep olduğunu inceliyor. Özel mülkiyetin ortaya çıkması ile birlikte kadının bir mülk olarak görülmesinin, denetiminin erkeğe bırakılmasının bu dönüşümde rolünü anlamaya çalışıyor ve özellikle, miras ya da mülk bölüşümü söz konusu edildiğinde kadının cinselliğinin/namusunun denetlenmesi daha da arttığını tespit ediyor. Namus her ne kadar cinsel davranışlarla ilgili bir kavram olsa da, “bireyin tüm benliğine işliyor.” Örneğin aşiretlerde kadınlar, cinselliği ve doğurganlığı olan mallar olarak görüldüğünden, değerleri aile büyüklerinin çizdiği sınırlara göre belirleniyor. Yani meta olarak kadının değerini belirleyen asıl şey bu sınırlar oluyor. Özbek, “bu sınırların ihlali” sonucu gerçekleşen namus cinayetlerini Judith Butler’ın “ilişkisellik” kavramı ışığında inceliyor. Bu ilişkisellik “ben”den olan ile kuruluyor. Fakat sınırların ihlali sebebiyle gerçekleşen ve “kadının denetimini sağlayan” namus cinayetlerinde durum farklılaşıyor. Burada “ben” değil “biz” gözetiliyor. Bu nedenle “biz”e karşı gelenin yasının tutulması dahi söz konusu olamıyor. Namus cinayetlerini işleyenlerin pişmanlık duymaması da bundan kaynaklanıyor. Çünkü “biz”in “biz” olarak devam etmesini sağlayacak şey bu ölümdür. Namus cinayetlerini kadına yönelik bir şiddet türü olarak tanımlayan Özbek, namus cinayetlerini sadece doğuya/ Araplara/ İslama özgü olduğunu söylemenin bir tür ırkçılık olduğunu belirtiyor. Batı da benzer tutumlar cadı avları, “bekâret kemeri” uygulaması, ihtiras suçları ile uygulana gelmektedir.
Özbek bir başka bölümde esnaf ahlakını inceliyor. Öncelikle mutlak ahlak ilkelerinin olup olmadığı sorguluyor. Engels’ten yola çıkarak ahlakın belirleyicisinin üretim ilişkileri olduğu sonucuna varıyor. Fakat bunun, dönemin koşullarına göre değişkenlik gösterebileceğini de ekliyor. Genel geçer bir kural gibi ahlak kurulları belirlemenin mümkün olmadığın belirtiliyor. Söz konusu bu tutumla Özbek Türkiye’de belirleyici olan ahlak anlayışının ne olacağını araştırıyor. Türkiye’de nüfusun iş alanlarına nasıl dağıldığına baktığında, esnafın ahlaksal normları belirlediği sonucuna ulaşıyor. Türkiye’de çalışan nüfusun beşte birinin esnaf olması ve esnaflığın bayilik sistemi denilen bir araca sahip olması bazı ahlaki kavramların daha çok düşünülmesine yol açıyor. Özbek’e göre güven ve sadakat (ayrıca dindarlık) daha önemli gibi görünse de, asıl önemli olanın “karşılıklı çıkar” olarak tespit edilmesi gerektiğini savunuyor. Böylece ahlaksal yozlaşma olarak görülen şey toplumun ahlakının ve iktidarın kitle tabanının belirleyicisi oluyor.
Özbek ötenazi ve ölümeyardımın meşruluğunu, onların bir hak olup olmadığı üzerinden sorguluyor. Ötenazi isteyen kişinin buna hangi koşullar altında (psikolojik) karar verip veremeyeceği, ölümeyardım konusunda kimin kararının belirleyici olacağı (ailenin ve doktorun) üzerinde duruyor. Özbek ötenazinin kişinin bilinçli olduğu noktada bir hak olduğunu iddia ediyor, ölümeyardımın ise kişinin bireyliğinin ortadan kalktığı hallerde düşünülebileceğini ifade ediyor. Anadolu’da eski bir gelenek olarak aslında ötenazi ve ölümeyardımın çeşitli ritüellerle uygulandığını gözlemliyor.
Özbek, asimilasyonu göç olgusu ve tarihsel-teritoryal dil azınlıkları üzerinden inceliyor. Bir yandan göçmenlerin asimilasyonunun olması gerekip gerekmediğini tartışırken, diğer yandan Bauböck üzerinden “gönüllü” asimilasyon kavramının paradoksunu inceliyor. Bir başka açıdan ise ulus devletlerin oluşma sürecinde gerçekleşen asimilasyonda zorunluluğun rol oynadığını ve halkların kaynaşması sırasında “kendine has bilinç ve ulusal ekonomik pazar” yaratmış olan tarihsel-teritoryal dil azınlıkların bu kaynaşmada yer almadığını belirtiyor. Kimler asimile oluyor/olmuyor sorusunu yanıtlarken sınıfsal benzerliklerin asimilasyon sürecinde etkili olduğunu gösteriyor. Sonuç olarak ise asimilasyon sürecinde “tarafsızlık” kavramının önemli olduğunu ve asimilasyonun koşullarının oluştuğu yerde gerçekleştiğini, oluşmadığı yerde ise baskının da bir sonuç vermediğini belirtiyor.
Özbek bir sonraki bölümde gönüllülük, baskı, asimilasyon kavramlarının çağırdığı egemenlik ve egemenliğin sınırlarındırılması sorununa değiniyor. İktidarın gücünü kötüye kullanması engellenebilir mi sorusu etrafında tarihsel bir analiz yapıyor. Özbek’e göre Platon, yöneticiliği belli bir kesimin yapabileceğini düşündüğünden, iktidarın sınırlarını çizemiyor. Hobbes, egemen gücün adaletsizlik yapmayacağını düşünse de buyurma yetkisinin baskıcı bir yönetim için yeterli olacağı açık. Locke, yasama ve yürütme yetkisini ayırarak, yasamanın halkın seçimi ile oluşması gereğini savunsa da iktidarın gücünü kötüye kullanmasının çözümüne ulaşamıyor. Rousseau “halkın kurultay halinde toplanmasının iktidarın kötüye kullanımını” engelleyeceğini düşünse de kurultayın görüşlerinin iktidarın lehine yönlendirileceği açıktır. Özbek bu sorunun çözümünün Konseyler (Sovyetler) ya da Paris Komünü’nde olduğunu belirtiyor. Çünkü burada otorite yani “iktidarın kendisi yok ediliyor.”
Özetle Pratik Felsefe Yazıları bugün karşımıza çıkan felsefi sorunlardan bazılarına bulunabilecek çözümleri sorguluyor. Batılı düşüncelerle tartışıp, güncel örneklerle okuyucunun da tartışma ortamın içinde yer almasını sağlıyor. Gündelik hayatta karşımıza çıkan sorunların felsefe aracılığı ile sorgulanmasının çözüme ulaşmada kolaylaştırıcı bir etkisi olduğunu gösteriyor. Böylece okurun “gerçekleri” sorgulamasını sağlıyor.
Sinan Özbek
Pratik Felsefe Yazıları
İstanbul: Notos Kitap, 2011
167s.
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1036471&CategoryID=40
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder