Modern hayatın getirilerinin yanında insanlardan
aldığı/eksilttiği bir dolu şey vardır. Bunlar kimi zaman evrensel olarak
görülürken kimi zaman herkesi ilgilendirdiği hâlde kişisel olarak görünür. Bu
da modernizmin cilvelerinden biri olsa gerek. Bunun bir adım ötesine
geçildiğinde ise “-mış gibi” yaşanan kimi zaman hak edilmediği hâlde orada
öylece duran hayatlar çıkar karşımıza. Sinan, bu “-mış gibi” yaşamın içinde
kendini ve çevresini sorgulayan fakat bunda gerçek anlamda başarılı olamayan
yer yer günümüzün Aylak Adam'ı hâline gelen, yer yer Kafka’nın Gregor
Samsa’sının böcekleşmiş hayatını yaşayamadığı için hayıflanan, “hiç kimseyi
ilgilendirmeyen kişisel bir felaket”in sahibi.
Bu hiç kimseyi ilgilendirmeyen felaket, aslında
felaket olduğu hâlde modern dünyanın karmaşasında bireyin fark etmeden geçip
gittiği artık “sıradan” olarak görülen her şey. Sinan’ın yaşadığı felaketler
çok sıkıntılı görünmese de bir boşluğun içinde debelenen anti-kahramanla empati
kurulduğunda yoğunlukla hissedilebiliyor. Annesi, anneannesi, ablası, Vehbi,
Meryem, Leyla, Sadık Barış, Can, Murat, Ahmet, Maya, Mahir Bey ya da gençler…
Hiçbiri Sinan’ın yaşadığı felaketin farkında olmadan veya onunla empati
kuramadan yoldan hızla geçen bir arabanın yol kenarındaki hayatlarda ne yaşandığını
bilmediği/görmediği gibi yaşıyorlar.
Sinan’ın yaşadıklarının bir örgüsü ya da örüntüsü
yok ya da daha doğru bir deyişle bir önemi yok. Çünkü Sinan’ın içinde bulunduğu
dünyada yaşayanların bir yere varmak gibi derdi yok. Akıp giden hayatta sadece
nefes almış olmanın ve kendine sunulanın içinde sürüklenmenin yeterli olduğunu
düşünüyorlar. Hayatı performans sergileyen bir oyuncuyu izler gibi yüzeysel
yaşayarak onlara sunulanın “keyfine bakmakla” yetiniyorlar. Olan bitenin
kimseyi ilgilendirmemesi ise Sinan’ın kişisel felaketi hâline geliyor.
Romanın henüz girişinde bile Sinan bu hâlini şöyle
tanımlıyor: “Hep zayıf oldum. Çok zayıf. İncecik. Karaktersiz. Silik. Gölgede.
Tedirgin. Takipte. Bilemez. Sessizce sinirli. Hep arkadan geldim. İkinci. Gümüş
madalya. Aynı bugünkü gibi.” Uzun zamandır bir makale üzerinde çalışan ve kendi
için bir amacı yokmuş gibi görünen fakat günümüz insanını tanımlayan bu romanda
kimi cümlelerde kendinizden çok şey bulurken kimi zaman Sinan’ın yarattığı
farkındalıktan rahatsızlık duyuyorsunuz. Bu rahatsızlığı hissetmediğinizde ise
Sinan’ı kendi felaketiyle baş başa bırakıyorsunuz.
Hiç Kimseyi İlgilendirmeyen Kişisel Bir Felaket,
yalın bir üslupla yazılmışsa da Sait Faik, Sabahattin Ali, Haldun Taner, Nezihe
Meriç, Tomris Uyar, Erdal Öz’ün öykülerinin verdiği tadı vermiyor. Süreyyya
Evren günümüzün kahramanı sayılabilecek anti kahramanı çizerken belki de artık
her şeyin iyi bir tat veremediğinin farkında olmasından dolayı öyküye de en iyi
tadı katamıyor. Evren, modern hayatın girdabında sürüklenen yeni bir “Aylak
Adam”ı; kimi zaman herkesi aşağılayan bir tavır içinde yaşayan, kendi
entelektüel dünyasından çıkamayan ya da çıkmak istemeyen, varoluşunu nihilizmle
açıklayarak bir paradoks içinde yaşayan kimi zaman pesimist kimi zamansa
kendine acıyan Sinan’ı anlatırken her şeyi o kadar iyi biliyor ki bu
“bilgiçlik” yer yer sıkıcı oluyor. Metropol insanının taşra saflığına sahip
olamamasının yapmacıklığını yaşatıyor. Belki de Evren, yaşadığımız bu
yapmacıklığı bizzat yaşatmak için bunu yapıyor -ki eğer böyleyse gerçekten
başarılı.
Hiç Kimseyi İlgilendirmeyen Kişisel Bir Felaket
sürekli akıp giden hayata, “dur” diyemediği için hayıflanan fakat bunun için
çok bir şey yapmayan, kimi zaman Oblomovvari bir üşengeçliği hissettiren,
etrafında onca şey olup biterken sadece kendi yaşadığı hayata odaklanan ve bunu
da sıradan bir şekilde yaşamayı kabullenen herkesin hikâyesi, yani modern
insanın, yani bizim.
Hiç Kimseyi İlgilendirmeyen Kişisel Bir Felaket
Süreyyya Evren
İstanbul: Doğan Kitap, 2013.
172 s.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder